Günlerden Salı: Es

Otomatik yapma şekillerinde yakalıyorum kendimi.

Kastım şu.

Bey geçen hafta biraz nane mollaydı, havlularımızı ayırdık. Kendisi, havlunun her zaman asılı olduğu duvardakini kullanıyor. Ben lavabonun yanındakini.

Bugün kaç kere elimi yıkadım bilmiyorum. Su sipariş ettim, pazardan öteberi ısmarladım, birkaç kez para aldım verdim ve her seferinde koştura koştura banyoya gidip ellerimi yıkadım. En az iki üç kere kendimi duvarda asılı havluya elimi kurularken yakaladım.

Beyinkini.

Of.

O kadar otomatik bir hareket, alışkanlık, bilinçdışı ki.

Of.

Tekrar elimi yıkadım, tekrar kendi havlumla kurulandım.

Her kendime yakalanışımda da şunu düşündüm.

İşte o mindfulness egzersizleri hep bugünler içindi. Otomatik yapma kalıplarını bırakıp anda, farkında, bilinçli ve yavaş hareket etmek için. Kullan bakalım.

Ve hemen ardından da şu geldi.

Allahım, ne kadar yorucu!

Her dakikanın farkında olmak. Her anı bilinçli ve pür dikkat geçirmek. Hiçbir şeyi es geçmeden farketmek. O yüzden mi ‘ignorance is bliss’? Çünkü farkında olup bilince es geçemiyorsun.

Halbuki arada es geçebilmeye de ihtiyacımız var. Başımızı öte yana çevirmeye. Görmemiş gibi yapmaya. Ertelemeye. Bilmemeye.

Mesela sosyal medyayı es geç. Haberleri kapa. Whatsapp bildirimlerini sustur. Yoksa çok fazla uyaran, acıtan, yıldıran katsayısı delirtebilir.

Tabii şimdi durumu görmemezlikten gelme zamanı değil. Görmemezlikten gelinenlerle buralara geldik. Zaman bilinçli olma zamanı. Sadece kendimiz için değil, hatta esas bunun için değil, diğeri ve kollektif için. Ama alışkanlıkları kırmak, otomatik yapma kalıplarını görmek, görüp de değiştirmek ve bu yeniye alışmak o kadar zor ki.

Yine de zor diye yılacak değiliz, di mi?

Bizim restoran bugün kapanıyor. Vaktidir. Eve temizliğe de artık kimse gelmiyor. Sıfır risk iyidir. Hal böyle olunca sabahtan ev işlerine giriştim. Eli ağır ve çabuk yorulan birinin, bırakın korona temizliğini, köpekli ev temizliğine girişmesi bile 2 saatte pilini bitiriyor. Bir de bahsettiğim otomatik yapma kalıplarıyla git yıka, ay neye dokundum, git bir daha yıka, üf yanlış havluya süründüm, hadi bir daha yıka derken ellerim çamaşır suyuyla zımparalanmışa döndü. Tırnaklarım yırtılıp kırıldı, tenimin dokusu ve rengi değişti. Avuçlarımı sıktığım zaman hissettiğim o kuru gergin cilt içimi gıcıklıyor. Evin her noktasında kolonya yoksa da her odasında el kremi var. El kremlerine kurban.

Timbuktu’yı okudukça Coffee’yi sahiplendiğimiz, barınak ve sokak köpekleriyle haşır neşir olduğumuz zamanları hatırlıyorum. İncecik kitap olmasına rağmen henüz bitiremedim. Her ne kadar whatsapp’imi susturmuş, sosyal medyayı kapatmış, TV’yi bir sabah bir akşam kısıtlı zaman dilimlerinde açıp kapasam da zihnim dolu. Okuduğum bir sayfayı dönüp tekrar okuyorum, içine hepten giremiyorum. Halen Çernobil Duası’nı düşünüyorum. Etkisi o kadar yoğun, sanki burada ve gerçek ki.

O kontaminasyonu yaşayanların algılayamama halini kendimde (ve çevremde) gözlemliyorum.

İnanamama.

Anlayamama.

Bilememe.

Çünkü doğa güzel, baharlar açtı, güneş çıktı, hava temiz ve mis.

Nerede bu hastalık nerede?

Dün gece üst üste birikmiş dizileri seyrettik. Seyrederken her şeyi unutup evde sıradan bir gece ruh haline girmişim. İyiydi. Diziler bitti. Birden aklıma bulunduğumuz durum geldi. O sıkıntıyla yattım. Sabah yine iki gün önceki benzer huzursuzlukla uyandım. Şimdilik bir gün öyle bir gün böyle.

Bir gün es verdim, ama şu düzenli yazmak var ya, bana çok iyi geliyor. Size?

Düdüklü Coffee tenceresi geldi, hem ötüyor hem sağ patisini üstüme atıyor.

Acıktın mı?

Yüz yana döndü, sağ kulak aşağı, sol kulak yukarı, boncuk gözler açıldı.

Sessizlik ve hazr’ol.

Kalkayım, mamasını ısıtayım. Sonra biraz ödev, biraz yazı, biraz es.

 

Bahar
nature doesn’t care
CofBakis
sürekli bir bakış bir bekleyiş

 

Yorum bırakın