Günlerden Boşluk

Kitabımı bıraktım, başucumdaki lambayı söndürdüm, sağıma dönüp gözümü kapadım.

Allahım sen bizi koru.

Birden içimdeki ses bunu dedi, benden ayrı bir akıl, ayrı bir parça gibi. Dememle gözümü açıp karanlığa baktım. Kalbim çarpıyordu. Şaşırmıştım. Aklım bambaşka bir yerde yatmıştım. Dizi seyretmiş (Westworld) üstüne kitap okumuş (Ian McEwan Benim Gibi Makineler), bu dünya gerçekliğinden kopmuştum. Başka zamanlar başka yaşamlardaydım, hem de oldukça sci-fi.

O kendinden daha büyük bir güce sığınma ihtiyacı altta bir yerde duruyordu. Her gece saat dokuzda camilerde başlayan yüksek sesli dualar, salavatlar ve başka bir savaşın çağrısı gibi yakarışlarla değil. Bu kadar sessiz, derinden, varlığını bilinmeyende çok güçlü hissettiren bir yerde.

Cenin gibi kıvrılıp uyudum.

Sabah mutfağa girdiğimde boşaltıp doldurmam gereken bir bulaşık makinesi yoktu. Bu sabah değil, bugün değil. Günün ilk lütfu. Ev halen sessizdi. Coffee ve Bey içeride uyuyorlardı. Kendime sıcak bir çay koyup dil peynirli tost yaptım. Şimdi çalışma odamda, masamın başında yazıyorum.

Dışarıda deli bir rüzgar var. Kıştan çalınmış bir gün daha. Penceremin önündeki zakkumlar saçlarını deli deli sallayıp savuran bir kadın gibi apartmanın cephesini yalayarak eğilip kalkıyorlar. Buraya taşındığımızda daha taze ve körpe bedenleri kuzeyden esen bu rüzgarla yerleri süpürecek derecede eğilip yatarken içimde kırılıp gideceklerine, ölüp yokolacaklarına dair hep o endişeyi taşıdım. Beş seneyi devireceğimiz bu baharsa göğe doğru kollarını uzatmış, güneşe yüksele yüksele güçlenip boylanmış halleriyle hala o kadar esnek ve bir o kadar da sağlamlar ki.

Burada seans yapıp esneklik temasını anlattığım danışanlarıma şu zakkumları kaç kere örnek gösterdim, esneyerek eğilmek ve kalkmak üzerine. Gösteremeyip de kendi gözlerimle gördüğüm kaç sağlam, kalın, kütük gibi ağaç gövdesininse kökten çatlayıp yıkıldığına şahit oldum.

Kendi içimizdeki esneklik ve sağlamlık, sabitlik ve değişkenlik zeminlerini tarttığımız ya da bizzat yaşadığımız şu günlerde cevap yine doğada sanki.

İki sene önceki doğum günümde hediye gelen şahane bir fidanı camımın önünde su içinde yaşattım. Aslında o yaşadı, suya köklendi, harika yapraklar verdi, sağlıklı taze diri ve doğurgan bugünlere geldi. Geçen haftaya dek.

Nasıl kaçırdım, nasıl görmedim bilmiyorum, o canım yeşil beyaz yapraklar, diri taze kökler kendini bırakmış, hastalanmışlardı. Hastalık da değildi (hani çiçeklerin yakalandığı gibi), içlerinden can çekilmişti. Suyu vardı, temizdi, ışığı yerindeydi. O zaman neden?

Tuhaf gelebilir, ama gözlerim doldu. Sanki yaşamın çekildiğini, her şey yolunday(mış gibiy)ken birden zamanın bittiğini, yeraltına gidişi (ölüm diyarı Hades’i) gözlerimle görüyordum bir fidan üstünden.

Bırakmadım tabii. Gittim o tek dal fidancığı yıkadım, serin sulara tuttum, ayıklanacak yerini temizledim, camını temizledim, taze suya koydum, içine bir çubuk dikip destekledim. Bir hafta bekledim, gözlemledim. Kendine gelmedi. Hiç. Geç kalmıştım. Veda zamanıydı. Hem kendime kızgındım hem de hala pazarlıkta. Zamanında eksem yaşar mıydı? Odamda daha çok olsam farkedip kurtarır mıydım? Daha çok beklesem işe yarar mıydı? Nafile.

Cam şişesinden çıkarıp çöpe attım.

Giden fidanla beraber evdeki bitkilerime giriştim. Telgrafımın kurumuş yapraklarını ayıkladım. Toprakları azalmış menekşelere, orkidelere toprak ekledim. Onları besledim suladım. Bu temizlik sonrası balkondaki sardunyalarımın açmış çiçeklerinden iki tane kırmızıyı koparıp minik bir vazoda salon sehpasına koydum. Merhaba yaşam.

Giden fidanımın yeri ise hala boş. Biraz böyle kalacak. Gidenlerin ardından kalan boşluklara bakacağım. Bir fidancığa yüklediğim bu aşırı anlamı mikrodan makroya şöyle koyabilirim belki.

Her gece rakamlar öğreniyoruz. Bugün şu kadar vatandaşımızı kaybettik, pozitif vaka sayımız bilmemkaç daha arttı, şu kadarı yoğun bakımda, şu kadarı tedavide, şu kadarı iyileşti. Kafa sayısından ibaret datalarız hepimiz. Kimdir bu insanlar, bu gidenler, bu mücadeleyi verenler, bu hayata dönenler? Sanırım Çin İstanbul Başkonsolosu’ydu, o bahsettikleriniz rakam değil can, dedi güzel Türkçesiyle.

İşte ben de bu minik fidanın minnak canına bu kadar bütün bir can yükünü, sorumluluğunu, ağırlığını koyuyorum. Görmediğimi algılamam, tanık olmadığımı içselleştirmem, isimlendirilmeyeni insani boyutta kucaklayıp hissetmem çok zor geliyor. Başka bir gerçeklik bile, mesela androidlerin insanlara savaş açtığı Westworld evreni şu an yaşadığımızdan daha gerçek geliyor. Bu dünyada sahada değilim, evimdeyim, görmüyorum, yaşamıyorum, sadece duyuyorum ve haberlerde rakamlardan ibaretim. Ben ya da bir sevdiğim de o rakamlardan biri olabilir, ateş düştüğü yeri yakar, anca o zaman rakamın ötesine bu sınırlı zihnim kalbim bedenim geçebilir.

O yüzden fidanın yeri şimdilik boş.

Yeraltıyla uzay boşluğu arasında gidip geldiğimiz bu zamanda yeryüzüne tutunmayı nasıl hatırlayacağız? İstemli ya da istemsiz önümüzde açılan boşluklarla ve sonra, bu boşlukları nasıl yeniden doldurduğumuzla belki. Otomatik olarak aynısıyla mı, bir yenisiyle mi, yoksa doldurmayı ve boşluğu yeniden tanımlayarak, işin kökenine inerek mi? Boşluk nedir, doluluk nedir? Cevabını birlikte bulabiliriz umarım, bireyliğimizden bütüne.

Böyle yazdığıma bakmayın, o bildiğim alışkanlıklara dönmeye, konfor alanıma sarılmaya o kadar ihtiyaç duyuyorum ki. Değişmek istiyoruz deriz, ama aslında değişmek istemeyiz. Alışkanlıklarımıza tutunuruz, onlara bağımlıyız. Ta ki değişmeye mecbur kalana dek.

Bambaşka şeyler yazma niyetiyle oturmuştum, dün gece gibi oldu. Başka bir zihinle yatıp başka bir kalple çıkmak. Belki de geçenlerde katıldığım meditasyon çalışması yerini böyle bulmuştur. Kalpten çıkana boşluk yaratarak.

Dün WordPress bildirmişti, blogum Mindmills’i lanse edeli tam 9 sene olmuş. Buradan blogumu ve benimle bu yolculukta ilerleyen yolcuları kutlayayım. Seviyorum bu mecrayı, bu seslenişleri, bu iç döküşleri, bu zihin sorgulamalarını, ismini cismini her şeyini.

Normalde pek blog challengelarına girmiyorum, ama şurada bir müzik challenge listesine denk geldim. Müzik deyince akan sular durur. Blogumun doğum günü vesilesiyle içinden seçtiğim birkaç maddeyi yanıtlayayım, kulaklarımızdan bağlanarak kapayalım.

Bu ay keşfettiğin bir şarkı – Doomed / Moses Sumney

Dün gece, Westworld sayesinde.

Seni tarif eden bir şarkı – Windmills of Your Mind / Sting

Blogumun isminin ilham kaynağı, profil sayfamın değişmezi.

Dinlediğin son şarkı – Green Grass / Cibelle

İstanbul’da canlı canlı, üç adım mesafeden dinlediğim Cibelle’in bayıldığım bu parçasını az önce bir arkadaşım Whatsapp’ten yolladı.

Playlistinde karışık modda çalan ilk şarkı – Come Undone / Duran Duran

En son kendime Retrograde isimli bir playlist yaptım, biraz 90’lara uzanış. Bu oradan.

Farklı bir dilde bir şarkı – Dil Ki Doya / Paban Das Paul

Direkt aklıma bu geldi, çok özlemişim dinlemeyi.

Şu an nasıl hissettiğini tarif eden bir şarkı – Shake Break Bounce / The Chemical Brothers

The Chemical Brothers’ın ismini unutup kilitlendim. Bey’i de kilitledim. Bu albümün kapak tasarımını hatırladım, bu parçayı hatırladım, ama grubun adı yok yok yok. Haliyle bulamıyorum. Sonunda albümün çıkış parçasından ‘my finger is on the button’ sözleri geldi, söyleye söyleye Push the Button’ı, Galvanize’ı ve sonunda The Chemical Brothers’ı buldum. Of bu hafıza!

Fidan
hoşçakal güzel fidanım

3 Replies to “Günlerden Boşluk”

  1. İçim titredi giden fidanın arkasından. Çiçeklerim benim için de çok kıymetli. Hiç kıyamam. O giden fidan üzerinden yazdıkların, boşluk, yeri dolan-dolmayanlar, bugünle bağ kurman… çok, çok güzel. Eline sağlık. Sevgiler.

    Beğen

  2. Fidanıma gerçekten üzüldüm. Bir de iki senedir suda yaşaması o kadar özgün, öyle kıymetliydi ki..gitti şimdi.
    Çok teşekkürler, sağol.

    Beğen

Yorum bırakın