Frankfurt Allgemeine feat. Mörfelden

Bu sabaha karşı memlekete döndük.

Şükür.

Seyahatlerin gitmesi kadar dönmesi de beni çok mutlu ediyor, bunu bilir bunu der oldum.

Kaldığım yerden sıcağı sıcağına Frankfurt gözlemlerine devam. Nerede kalmıştık diyenler için bkz. bir önceki yazım Frankfurt Allgemeine.

Cumartesi günü Strassen Fest’e gitmek üzere şehrin yolunu tuttuk. Festivale gidene kadar biraz eksik tamamlayarak, biraz fotoğraf çekerek, biraz aheste takılarak geçirdik öğleden sonrayı. Frankfurt’un Cumartesi kalabalığını da görmüş olduk. Zeil’da akın akın insanlar, AVM’lerde yürüyen merdivenlerde biriken kalabalıklar. Taksim’den İstiklal Caddesi’ne girerken kalabalık oldu mu bir sürü kafalar kafalar kafalar seli görürsün ya tepeden, onun genişlik anlamında ‘en az’ ikiye katlanmış bir alandaki halini düşünün! Bir dükkanı beğeniyoruz, girsek mi diye bakıyoruz, sonra ayayayay, çok kalabalık, kasaya bak kasaya, aman aman, kaç kaç kaç diyerek kıyıdan köşeden ilerliyoruz caddelerde.

Kalabalıktan serseme dönünce arka sokaklardan, sakin kuytu mahallelerden festival caddesine gidelim dedik. Karşımıza başka bir festival çıkageldi! Festival değil aslında, bir semt pazarı. Yine de yeterince festival tadında. Ayaküstü içki de var, çiçek standı da, her türlü sosis, jambon, peynir de, sadece yeşillik satan manav da.

Main nehrinin kıyısına çıkmamızla ortalık biraz sakinledi. Bu sefer biraz daha kuzeye gitmişiz, şehrin iş merkezi tam karşımızda yükselen binalarıyla belirdi. Nehir üstünden, yemyeşil ağaçlar arasından ve aşağıda vaklayan ördeklerin tepesinden hiç de fena görünmediler gözüme. Biz yine ağırdan alarak Main kenarında Asyalı turistlerle kendimizi, nehri, binaları, ördekleri, kuğuları, çimleri, insanları çeke çeke ilerledik.

Sonra bir baktık koşar adım gruplar halinde yürüyen birtakım Almanların arasında biz de aynı koşar adımlarla (nereye koşuyor, neyi kaçırıyorsak) festivale doğru ilerliyoruz. Yarışıyoruz sanki. Önümüzde giden yaşlı bir Alman çift vardı. Hızlanıyoruz hızlanıyoruz, bir türlü geçemiyoruz. Hırs yaptık, geçtik. İlk kırmızı ışıkta depara kalkarak bizi geride bıraktılar. Kafadan festivale daldılar.

Cadde festivalinin tam adı Schweizer Strassen Fest. Uzun bir cadde olan Schweizer Strasse boyunca her türlü yiyecek, içecek, alkol, arada meydanlarda canlı müzik, geleneksel kıyafetler içinde dansçılar, müzisyenler, sessiz disko modeli kulaklıklarını takmış kendi çaplarında danseden gençler, ilerledikçe yüksek volümlü (ve gayet iyi) DJ performansları, her milletten, yaştan, cinsten insan.

Önce birbirimizi, sonra kendimizi kaybettik. Ben fotoğraf çekip koyma derdindeyim, Bey bloga malzeme yakalama. Arada itiştik. Malzemesini paylaşmışım, olmuş mu şimdi. Hiç acımadım tabi, aynen devam ettim.

Strassen Fest’te yaklaşık bir saat kaldık. Ayaküstü güzel Binding bira ve Wurst attık. Bey Thüringer yedi, ben Bratwurst. Sevenler için diyeceğim o ki ikisi de yeme de yanında yattı. En iyisi ben susayım, fotoğraf konuşsun.

Sonra baktık hava fena karardı, yağmur indirdi indirecek. Ufaktan kaçalım, Türküz, eririz (Bey’e birşey olmaz da, ben eririm. Malum pek sulak bünye değilim) mazallah diyerek kendimizi U-Bahn’da bulduk. Frankfurt gezisini böyle kapadık.

Ertesi gün müze, sergi, kültür sanat aktivitesi yerine şehirle fazlasıyla haşır neşir olan bünyelerimize biraz oksijen pompalamayı uygun gördük. Hem Pazar son günümüz. Dostlarımızla bugünü beraber keyfimizce değerlendirmek istedik.

Baştan söylemedim, aslında biz Frankfurt’a 15 dakika mesafede Mörfelden-Walldorf’ta kalıyorduk. Burası şehre bu kadar yakın olup o kadar farklı bir dünya. Sessiz, sakin bir kasaba. Tabi oraya göre kasaba. Bize göre yine bildiğin şehir. Ormanı, parkı, gölü, alçak nizam müstakil evleri, evlerin önünden geçen atlılarıyla bizim şehirde görmeye alışık olmadığımız bir düzen. Huzurlu.

Özel bakım ve koruma altındaki ormana yürüyüşe gittik. Ihlamur ağacı kokusu kapladı her yanı. Mis. Bir yandan susmak bilmeden vraklayan kurbağalar. Vrak vrak vrak. Coffee’yi andık. Bayılırdı buraya dedik. Karşımıza çıkan gölle nefesimiz kesildi. Dümdüz, yemyeşil. Gökyüzü masmavi. Bulutlar gökte mi gölde mi şaştım bir ara. Ne taraftan nasıl çekeceğimi şaşırdım. İçinde kendimle mi yoksa hiç kimse olmadan kusursuz manzarayı mı. Cevap hepsi oldu.

Sonra yeşil başlı ördekler çıkageldiler. Uzun uzun çapraz ötemizde durdular. Kafalarını 270 derece aşağıya çevirip alttan yukarı doğru tüylerini mikro detayda temizlediler. Ve resmi geçide geçtiler. Ağır ağır. Teker teker. Önümüzde durup selam verdiler. Devam ettiler. Biz de.

Eve döndüğümüzdeyse hep bahsedilen, ama bir türlü denk gelemediğimiz at, küçük binicisiyle evin önünden geçti. Arkadan da olsa yakaladım. Atın simsiyah, pırıl pırıl gövdesine ve zarif ayak bileği hareketlerine dalıp gittim. Mörfelden bize bu güzellikle veda etti dedim.

Son olarak yediğimiz içtiğimizden küçük bir kuple vereyim.

Wurst, schinken. Domuz veya dana cinsi her türlü sosis, salam, sucuk vesairenin alasını yeme imkanı burada bol. İlla festivale denk gelmek ve bir markayı almak gerekmiyor. Çoğu paketli market ürünü son derece leziz.

Spargel. Kuşkonmaz. Ama Alman usulü beyaz kuşkonmaz. Mmmm, adeta lokum. Biz bir akşam evde yaptık. Bir gün önceden markete sipariş verdik, ertesi sabah taze taze eve geldi. Bence muhakkak denenmeli. Ağızda dağılması ayrı güzel, diri tazeliği ayrı. Meraklıları için geçen ay Carrefour’da Yunanistan’dan ithal edilmiş Spargel bulmuştuk. Hiç fena değildi.

Handkaese mit Musik. Müzikli el yapımı peynir gibi birşey Türkçesi. Soğuk, sertçe sarı peynir, üstüne zeytinyağı limon sos ve ince kıyılmış beyaz ve/veya taze soğanla geliyor. Lokal bir denemelik tat daha. Leziz.

Füme balık. Ah o füme balıklar ah. Alabalık olsun, uskumru olsun, somon olsun, yok yok. Son derece lezzetli. İster kuru ister zeytinyağında. İster zeytiniyle ister soğanıyla. Mezelik olarak tek kelimeyle harika.

Bira. Herringer ve Binding. Pils ve Export çeşidini tavsiye aldık, Export birasını beğendik. Her yerde bulunuyor. Lokal bira markaları.

Şampanya. Meyvalı şampanya içmiş miydiniz? Çilekli enteresan bir şampanya içtik. Ne çok tatlı ne çok suni. Gayet kıvamında. Beğendik. Bir de dömi sek (halbttrocken) şampanya tattık. Markalarını yazmamışım malesef. Farketmez, deneyerek bakılabilir. Bir de içki fiyatlarının (sözlük anlamıyla) bizdeki sudan ucuz olduğunu görünce dudağım uçukladı. Bir raf şarap, şampanya alıp getirmek istedim.

Şarap. Riesling. Bizim burda da tüketmekten memnun olduğumuz Alman beyaz şarabı. Riesling biraz tuzlu, hafif gazlı tat bırakabiliyor ağızda. İlk defa dömi sek denedik, ona da ‘check’ attık.

Eier Likör. Yumurta likörü. Nasıl yani demeyin. Öyle. İlk duyunca fikri bir fena yaptı beni, yok istemem dedim. Tipini görünce çırpılmış yumurta sarısı gibi geldi. Tadına gelince korkacak birşey olmadığına karar verdim. Tek başına yoğun kıvamlı, (Irish Cream gibi diyebilirim) hafif ekşili tatlılı bir likör. Tadı biraz buruk. İki yudum sonrası sevdim. Kahve içine atmalık veya sodayla karıştırıp sulandırıp içmelik olabilir. Lokal içki hediye etmek isteyenlere tavsiye edilir.

İşte Frankfurt Allgemeine feat. Mörfelden izlenimlerim böyle,

Artık rota memlekete çevrile.

Dur daha yeni geldin, yine nereye diyenlere,

Diyorum ki Venüs ‘hala’ İkizler’de gerilemede..

Yakında, çok yakında,

Denizden, rüzgardan,

Aydan, buluttan,

Yeşilden, maviden,

Güzelim Ege’den seslenmek üzere..

Frankfurt Allgemeine

Frankfurt’tan canlı bağlantı ile karşınızdayım.

Öncelikle bir önceki yazımda bahsettiğim sağlık, umut konusunda güzel haberler vereyim. Dostlarımızda sağlık, umut yerinde. Öyle ki bizi kandırıyorlar, gelmemiz için hikaye uydurmuşlar diye takılıp gülüşüyoruz. Hayata tutunmanın, hayata aynen devam etmenin canlı kanıtı şimdi ve burada. Biz mi onlara moral ve keyif veriyoruz, onlar mı bize, dengesi tartışılır. Konuşmak konuşmak konuşmak. Ağız dolusu lezzetli yemeklerle, şarabıyla, birasıyla, likörüyle, şampanyasıyla, kahvesiyle, çayıyla konuşmak paylaşmak konuşmak. Gündüzler gecelere, geceler gündüzlere dönüşüyor, muhabbet bitmiyor. Bitmesin, aynen devam etsin diyerek şehir izlenimlerine geçiyorum. Zaman kısıtlı olmasına rağmen şehir merkezinde bol yürüyüp iyi bir keşif yapmış olduk. Olduğunca.

Frankfurt’ta hava güzel. 20 dereceler civarı. Buraya gelirken bol yağmur, şimşek ve soğuk beklentisiyle karşılaşacağımızı düşünürken (ki uçakla iniş yaparken kapkara, sisli, yoğun bulutların arasından bir türlü şehri göremedik, gördüğümüzde de küt diye indik) ara ara kendini gösteren güneşle içimiz ısındı. Hatta rutubet ve Main nehrinden esti mi insanın içine işleyen rüzgar İstanbul’u pek aratmadı.

Frankfurt yeşil. Yemyeşil. Şaşırtıcı. Sürekli ağaç, orman, park. Havaalanından şehre inerken otobanda yine orman içinde gidiyor gibisin. Ağaçlar, ağaçlar, ağaçlar. Bu aralar bu yeşil şehirler beni şaşırtmaya devam ediyor. Bkz. Şikago.

Beklediğimin aksine renkli bir şehir. Frankfurt, Avrupa’nın sanayi ve iş merkezlerinin kalbi olduğundan ağırlıklı koyu renkli, yüksek binalar, iş merkezleriyle karşılaşmayı bekliyordum. Bunlardan yok mu? Bolca var. Bankalar, oteller, yüksek plazalar. Ve tasarımları da pek yabana atılır değil. Misal aşağıdaki binayı görünce (resim iyi yansıtıyor mu bilemiyorum) binanın dış cephesinin metalik dokusu, yuvarlak çerçeveli kare camları, köşeleri ve kenarları yuvarlatılmış bina hatları dikkatimi çekti, göz zevkimi okşadı. Göğe doğru yükselen bu binayi bir tren vagonuna benzettim, Bey’e söyledim. Sonra bir baktım tepesinde DB yazıyor. Yani Deutsche Bahn. Alman Demiryolları. Eh dedim, boşuna değilmiş.

Bunların yanında geleneksel Alman evlerinin dokusunu, ahşap çerçeveli ve renkli bina cephelerini, yukarı doğru sivrilen çatıları görünce yeniyle eski birarada dedim. Misal Römer Meydanı.

Römer civarında yürüyünce daha önce iş için kısa süreli bulunduğum Berlin ve Düsseldorf’a dair birşeyler gördüm. Nehir, meydanlar, sadece yayalara açık arnavut kaldırım taşlı yürüyüş yolları, köprüler, trenler, tramvaylar, bisikletliler..Doku olarak bu üç şehir bana Almanya şehirlerinin bütünlüğünü hissettirdi. Tabi gördüklerim çerçevesinde.

Main nehri ve üstünden geçen köprüler. Özellikle sadece yayalar için olanlar. Eiserner Steg ünlü. Dışardan bakınca ‘nesi ünlü canım?’ derken üstüne çıkıp bir sağa bir sola iyi sallandık. Köprüde yürüdükçe demir korkuluklara asılı renkli asma kilitler dikkatimizi çekti. Sanki dilek dilenmiş, adak adanmış. Zincirler, kilitler, kalpler. Meğer evlenen çiftler buraya gelip üstlerine isimlerinin yazılı olduğu kilitleri takar, aşk ve evliliklerini tescillerlermiş. Türk isimleri de gördük tabi. Ama asma kilitte değil, köprü demirinin üstüne kalemle yazılmış şekilde. Hani bizim memlekette ağaç üstüne yazılan cinsten.

Nehir kenarındaki yeşil alanlar ve şehirdeki parklar şahane kaçış noktaları. Gençler örtülerini atmışlar çimlere, kimi nargile içiyor (şaka değil gerçek, içenler has Alman), kimi yoga yapıyor, kimi çocuklarını gezdiriyor, kimi biralıyor. Of şimdi burda ne güzel mangal yapılır, tüpte kızartma çevrilirdi, aah ah (!) dedim, devam ettim. Temizlik konusunda çimlerde izmaritler, birkaç plastik tabak bardak, bir iki gofret jelatini filan görüp neyse buralarda da oluyormuş diye düşündüm.

Yürüye yürüye Hauptwache denen merkezdeki meydana çıktık. Bizim Taksim Meydanı modeli. Etrafta bolca turist. Meydanın ortasında kurulmuş bir Lyon tanıtım otobüsü. Bas bas Lyon Avrupa’nın göbeğidir, kültürüdür, rengidir şudur budur diyorlar. Fransızlar yeterince Alman turist almıyorlar herhalde diye düşünmeden edemedim.

Ordan Zeil denen alışverişin göbeği caddeye geçtik. Geniş kaldırımlardan oluşan, yine sadece yayalara açık uzun bir cadde burası. (Bu şehirde yayaların yolu ve önceliği arabalarda daha fazla sanki). Ne ararsan var, büyük AVM’ler de münferit bildik dükkanlar da.

Gelmişken Kleinmarkthalle’ye uğramadan olmaz. Kleinmarkthalle kapalı pazar yeri. Klein denmesinin sebebi küçük olduğu için değil, perakende satış yapıldığı içinmiş. Büyük olanlar toptan satış alanları oluyormuş. Ben ilk defa bu tip Alman pazarına girmiş oldum. Haliyle beğendim. Her türlü kasap, şarküteri, kahveci, ne istersen var. Bey eh buldu. Alman ekolüne göre küçükmüş. Gerçi ayaküstü atıştırmalık yer yoktu. Koymuşlar her tür dana, domuz, tavşan, bıldırcın, tavuk, horoz ve av etlerini, sergiliyorlar. İnsan bir tadımlık stand açmaz mı yahu?

Üst katta dışarı terasa açılan bir şarap evi var. Keyifli duruyordu, ama yiyecek hiçbirşey yoktu. İki tane kuru wurst koymuşlar, iki de ekmek, o kadar. Kesmez deyip devam ettik.

Ne varsa yine Römer’de var. Biz de Römer’in ünlü meydanına döndük. Bir Frankfurter (Alman usulü sosis) ve Sauerkraut (Alman usulü lahana) tabağı söyledik. Yanında da Henninger bira. Yeme de yanında yat oldu. Nasıl oldu da bunu fotoğraflamamışım hayret. Açlıktan olsa gerek.

Şehirle ilgili en önemli tespit sürekli inip kalkan uçaklar. İstanbul’da Yeşilköy-Florya veya Kurtköy civarında alışılageldik bir durum belki, ama Taksim’in göbeğinde değil. Burda Römer’in tepesinde, ağaçların arasında, binaların hemen üstünde hep uçak, sürekli uçak. Evet, Frankfurt sadece Avrupa’nın değil, dünyanın önemli ‘hub’larından. Sokakta yürürken bunun nasıl olacağını düşünmüyor insan. İşte böyle oluyormuş. Sanki havada asılı birtakım maket uçaklar ordan oraya salınıyorlar.

Bugün şehir merkezinde Strassen Fest var. Bir nevi sokak festivali. Main nehri kıyısı panayır alanına dönecek gibi. Dün müzik için sound check, içki yiyecek kamyonları etrafı sarmıştı, nehre iniş yollarının bir kısmı kapalıydı. Şansa hava bir kapadı ki..

Veee beklenen yağmur bastırdı.

Ayh dedim, tam festival günü, yazık. İnsanlar nasıl çimlere oturacaklar, yayılacaklar. Dostlarımız bana güldüler. Sen kendin gibi düşünme, Alman’a bu su komaz, aynen devam eder geçerler dediler.

İyi dedim. Olan bize olur o zaman. Strassen Fest göreceğiz ya.

Vakit kalırsa yarın da müze, galeri gezmesi. Bunun için biraz çalışmam lazım, zira şehir bu konuda çok dolu. Klasiklerden ziyade modern sanata yönelik ziyaretler yapmak istiyoruz. Bakalım.

Bir sonraki yazıya kadar tschüss..

%d blogcu bunu beğendi: