Orman yemyeşil, kavuşmak sımsıcak.
Kafası küçük, gövdesi uzun yılan soğuk mu? Meraklı bakışları, karşılıklı gözlem hattıyla sadece mesafeli, işte bu iyi. “Arife” okumaya devam et
Orman yemyeşil, kavuşmak sımsıcak.
Kafası küçük, gövdesi uzun yılan soğuk mu? Meraklı bakışları, karşılıklı gözlem hattıyla sadece mesafeli, işte bu iyi. “Arife” okumaya devam et
Ormana kavuştum. Güzel göklü ormanımıza. Tam iki yıl aradan sonra. İki koca yıl.
O kadar niyet edip bir türlü gelemediğimiz orman kulübemizle aramıza ne girdi -neler girmedi ki- basiretsizlik neden bir türlü bitmedi derken şeytanın bacağını -yine gelmemize engel birtakım zorlukları sebatla aşarak- kırdık. Şu hırsızlık vakasıyla elden avuçtan gidenlerden bazılarının sembolik de olsa bana geri geleceğini retrolara bakıp umut ederken bu umudun gerçekleştiğini rüyamda da görünce birden uyandım. Kulübemize en son geldiğimiz tarihe baktım. Ekim 2014’tü. Merkür retro muydu? Evet, bingo! İki sene içinde gelmek için bir türlü bir retroya denk gelememiş miydik yoksa oradan kalma işlerin hala gölgesinde miydik bilemedim, ama gelmemizle o büyük özlem ve açlığı dolu dolu gidermeye köklendik diyebilirim. Zaman şimdi, an bu andı.
Uzun zamandır bu kadar sessizliğin sesinde kalmamıştık. Hele geçirdiğimiz zamanların tahammülü zor seslerini düşününce sessizlik tedavisinin mümkün olduğuna inandım. Orman sessiz değildir. Yaşar. Öter. Eser. Nefeslenir. Şakır. Şırıldar. Uğuldar. Ama ne birini ne ötekini, sanki tüm fiillerini alıp gitmiş, yerine bütün sessizliğini ve dinginliğini bize bırakmış gibi bir halde bulduk kendisini.
Öte yandan sessizlikte bizim duymadığımız seslere iyice kulak kesilen, hatta işitme uzuvlarını belki de sanal bir alemde uzatıp büyüten Coffee ve bayram ziyaretçimiz Gandalf akşam oldu mu hav da havhav, hav da havhav diye havlayıp havlayıp ortalığı inlettiler. Yere göğe ciğerlerinden çıkan en pes ve tiz seslerle haykırdılar. Höttürü zöt. Coffee’nin sesi geceleri havlamaktan kısılma noktasına geldi! Ulumasıysa cabasıydı. Büyük nöbetçi geceleri görev aşkıyla bizi ormandan korurken gündüz vakti bir güneşte bir gölgede serilip serilip dinlendi. Ormanların ulu hakimi.
Dünyadan, haberlerden, internetten kopup gitmek de başka bir terapiydi. Zati hırsızlıkla giden laptopum, astroloji programım, datalarım ve bir sürü elim ayağım diyeceğim malzemeyle sanal alemden de istemeden uzaklaştım. Kala kala şu elimdeki cep telefonuna kaldım. Şikayetçi değilim, geri dönüş zamanını beklemekteyim. Öte yandan şunu farkettim. Sanal dünyaya, programlara, takvimlere bağlı kalan zihnimle karşımdaki gerçeği kaçırma noktasına gelmiştim.
Dolunay ve Ay Tutulması’nı kafamda nedense 18’inde kodlamışken dün orman üstünden yükselen Ay’a bakıp neredeyse dolmuş olduğunu gördüm. Gördüm çünkü kafamı kaldırıp baktım. Şaşaladım. İPhemeris’i açıp bu gecenin – 16’sının- doğru tarih olduğunu görünce aydım. Yanılsamalara müsait zamanlarda hatalara açıktım. Kendi gölgeme doğru mu retrolardaydım?
Hemen durumdan faydalandım. Normalde şehre bu akşam dönecekken Dolunay’la tutulmayı burada karşılayıp sabah yola çıkmaya karar verdik. Böylece şehirdeki evimizde bir türlü görme fırsatını yakalayamadığımız Dolunay’ı ta karşımızda izleyecektik.
Bulunduğumuz yerde rakım 600-700 metre vardır. Haliyle Dolunay denizin hemen üstünden pat diye belirdiği gibi sarı sarı görünmüyor bu yükseklikte. Ufkun üstüne çıkıp beyaz rengini alması, yükselmesi gerekiyor. Üstelik karşımızdaki yüksek ağaçların tepeleri de zarif zarif aramıza giriyor.
Bu sefer bulunduğumuz noktada zatı muhteremi beklemeyi bırakıp kendi rakımımızı kendimiz yükselttik, üst bayıra çıktık. Bizim kuyruklular da eksik kalmadılar tabii. Yukarı çıkmamızla projeksiyonla aydınlatılmış gibi donuk parlak ışığa ulaştık. Gandalf havlamaya, Coffee ulumaya başladı. Bey’le ben de desteğimizi verdik. Yere çömelip onların hizasında kendi uluma ritüelimizi gerçekleştirdik. Uvuvuvuvuvu! Sürdürsek kurtadamlara döner miydik?
Kulübeye dönüp yeniden ağaçların arasına gömülen ayın tam tepeye çıkmasını bekledik. Saat 22.18 civarı (evet, tutulma anı sonrası) artık aramızda hiçbir şey kalmamıştı. Karanlık orman, lacivert gökyüzü ve floresan ay, ışık ve gölgeleriyle üstümüze vuruyordu.
Kültürümüzde erkek olarak tasvir edilen ‘ay dede’yi bu gece ilk defa anglosakson kültürdeki ‘sister moon’ olarak, hüzünlü, orta yaşlı ve konuşan bir kadın suretinde gördüm. Sonra o yüz yaşlı dedeye büründü, sonra yine kalkık burunlu kız kardeşe. Arketipsel olarak dişi olan ayın ‘animus’u oyun mu oynuyordu yoksa ben okuduğum Alice Munro’nun Bazı Kadınlar’ının etkisinde mi kalıyordum? Ayın ışığına direkt bakmadan göğe odaklanarak gözlerimi açıp göz aklarımın ayla daha da beyazlamasını, parlamasını diliyordum. Tamam itiraf ediyorum, bunu da okuduğum kitaptan apartıyorum.
İçinde yaralı şifacı Chiron olan bu tutulmalı Dolunay’da geçmişimin gömülülerinden birşeyler yakalıyorum. Üzüntü, hüzün, öfke hepsi birarada, bir anda çıkıveriyor, anlıyorum. Geçsin içimizden, geçip gitsin istiyorum. Ne tutmak ne baskılamakla uğraşıyorum. Bazen içten içe acıyorum. Açık yaralarımın üstünden ruhumu kucaklıyorum. Dün gece yağmur öncesi ayın üstünden bulutlar akıp akıp giderken geçmişe, yaralara, öfkelere, gömdüklerime, baş edemediklerime, ettiğimi farketmediklerime dair neler neler geçiriyorum. Bırakabiliyor muyum? En azından niyet ediyorum.
Söz konusu Dolunay ve Ay Tutulması Balık’ta olunca içimden bir şiir geçiyor, onu tutuyorum. Geçmişe dair üzüntüleri sevgiyle değiştiriyorum. Dedim oldu mu? Olsun varsın / bu sefer de böyle yansın / acı verse de yeter / bana aşkın.
Gecenin serinliği bedenimi, ayın donuk ışığı içimi ürpertirken sıcak kulübenin kalın battaniyelerine sarınma özlemiyle içeri girip hayalimdeki dolunayı rüyalarıma taşıyorum. Oğlanlar birbirlerine sokuluyor, Bey horluyor, ben yazıyorum.
….
If You Forget Me
I want you to know
one thing.
You know how this is:
if I look
at the crystal moon, at the red branch
of the slow autumn at my window,
if I touch
near the fire
the impalpable ash
or the wrinkled body of the log,
everything carries me to you,
as if everything that exists,
aromas, light, metals,
were little boats
that sail
toward those isles of yours that wait for me.
Well, now,
if little by little you stop loving me
I shall stop loving you little by little.
If suddenly
you forget me
do not look for me,
for I shall already have forgotten you.
If you think it long and mad,
the wind of banners
that passes through my life,
and you decide
to leave me at the shore
of the heart where I have roots,
remember
that on that day,
at that hour,
I shall lift my arms
and my roots will set off
to seek another land.
But
if each day,
each hour,
you feel that you are destined for me
with implacable sweetness,
if each day a flower
climbs up to your lips to seek me,
ah my love, ah my own,
in me all that fire is repeated,
in me nothing is extinguished or forgotten,
my love feeds on your love, beloved,
and as long as you live it will be in your arms
without leaving mine.
Pablo Neruda
Yazmak dediğin oturup iş yapmak gibi değil kardeşim. Önümüzdeki iki saat boşum, geçeyim masa başına, döktüreyim şöyle sayfa sayfa. Yok. Yalan o. Olmayabilir de. Ve lakin oluyor da.
Yazacak ilhamla dolup taştığım zamanlar genelde yazmaya müsait olmadığım anlar. Mesela Coffee’yle yürüyüş yaparken veya araba kullanırken, bir sohbetin derinliklerine dalarken ya da yogada poz içindeyken, kitap okurken, film izlerken, bir yerden bir yere yetişme derdindeyken, kısaca hayatı aralıksız yaşarken.
Bazen kafama notlar alıyorum, onları klasörleyip raflara diziyorum. Vakit bulunca uygun raftan ihtiyacım olan dosyayı çıkarıp dökebiliyorum. Her zaman değil, ama mümkün. Yakalayamadığım veya yazmaya giriştiğimde kaçırdığımsa o ilham anı oluyor.
O his, o an. “İlham” okumaya devam et
Ormandaymışız. Bayrammış. Hala Yeniay zamanıymış, Dolunay’a on gün varmış. İki göz alıcı gezegen Venüs ve Jüpiter gecenin, ormanın karanlığında, sabaha karşı gökyüzünde kutup yıldızı gibi parıl parıl parlıyormuş.
Şimdi.
Dolunay’a saatler var. Venüs Terazi’ye geçtiğinden beri Güneş battıktan sonra 1,5 saat kadar gökyüzünde görünüyor-muş. Daha çıplak gözlerimle şahit olmadım. Belki bu akşam Ay’dan rol çalabilirse ordayım. Afrodit’in aurasından faydalanırım.
Kova’daki Dolunay bazı gerçekleri şok etkisiyle insanın yüzüne çarpıyor. Hele öncü burçlardaki büyük kare adamı dört ayrı yana çekiyor. İlişkilerdeki değerlerimizle mi parlayacağız, kişisel özgürlüğümüzü mü ilan edeceğiz? Yarını düşünüp çalışacak, derinlerde gömülü gücümüz, hazinemizi mi ortaya çıkaracağız, şefkatli, besleyip büyüten bir mizaçla iyimserliğimizi, geniş yürekliliğimizi, aşkın felsefemizi mi ifade edeceğiz? İşte böyle enerjiler gökyüzünde karşı karşıya, dirsek dirseğe itişir çekişirken Aslan’daki Güneş bize cesaretli ol, ortaya çık, kendi oyununu oyna, eğlen diyor, Kova’daki Ay ise grubun iyiliğini düşün, takım adamı ol, sahneyi bırak, eşitlen hislerini bilinçaltımızdan öne sürüyor.
Aha!
Perde arasından Ay göründü.
Hop, kayboldu.
Buluta takıldı.
Hop, geri çıktı.
Harelerini yaydı.
Dolunay Kova’da yarın sabaha karşı 04.45’te doğuyor. Tastamam, dolu dolu, yusyuvarlak halini görmek bize 21 Ağustos gecesi nasip oluyor.
Geçen sene bu gece.
Kapkaranlık, yıldız dolu bir gök altında, güzel müzikler bize eşlikte. Dünden bugüne fark, müzik ve laf dengesi belki de. Neyse ki şanslıyım. Konuya eşlik edecek leziz bir tını yakaladım.
Yuvarlaklar dönsün, Dolunay’da kalsın.
Gece, ışıklarını üstümüze,
Yıldızlar, tılsımını bütünümüze akıtsın.
Zaman ağır akıyor bu ara.
Sanıyorum.
Aksine.
Zaman her zamanki gibi akıyor.
Ben ağırım.
Galiba.
Boğa dönemindeyiz. Hayatın tadına vardığımız, tempoyu düşürdüğümüz, yavaşladığımız, doğaya döndüğümüz zamanlarda.
Baharın artık kendini hissettirdiği şu günlerde siz bu döneme nasıl girdiniz?
Biz resmi açılışı geçen haftasonu yaptık. Ormandaki kulübemize kaçtık. Beş aydır uğrayamadığımız için bütün bir Cumartesi içini boşaltıp temizlemek ve geri yerleştirmekle geçti. Klozet dahil! Olmadığımız zaman içinde hava öyle bir don yapmış ki klozetin içindeki su çanağı çatlatmış. Ki bu ilk değil. Daha önce rezervuar gitmişti. Biz de bunu bilerek içindeki suyu boşaltarak terkettik kulübeyi kış zamanlarında. Nafile. E tuvaletin içindekini de boşaltamazsın ya! Antifriz şartmış mirim.
Biz temizlik tamirat işleriyle uğraşırken Coffee de görevdeydi. Kulübenin altında, demir kazıkları snıf snıf koklamada, eşelenip çukur kazma çabasındaydı. Yanımıza pek uğramadı. Başına buyruk, dışarıda olmayı özlemiş belli ki. O koca patiler iki katına çıktı. Parmak araları bütün toprakla doldu. Tüylerinin rengi kızıla çalmaya başladı. O kadar mutlu ki! Hem gölgede hem eşelenmede.
İlk gün işte böyle Coffee kulübenin altında, ben içinde, Bey banyosunda bir nevi bahar temizliğiyle geçip gitti.
Pazar sabahı arı vızıltılarıyla uyandık. Vız vız vız, horozdan eksik kalır yanları yok Allah için. Güneş çıktı mı girdikleri deliklerden fırlayıveren arılarımız kalkmamızda bir ısrarcılar bir ısrarcılar. Dayanabildiğimiz kadar dayandık vızıltılı uykuya. Sonra bir pıtırtı duyduk. Çatıyla baca arasından geliyordu sanki.
Eyvah, fare olmasın!
Bey fırladı hemen. Çıt çıkarmama moduna geçtik. Dinledik.
Pıt pıt pıt.
Sanki kanat sesi. Yoksa değil mi? Kuzinenin baca borusuna pat pat pat vurdu Bey bir iki kere. Pıtı pıtı pıtı aşağı düştü sanki bir şey. Yavaşça araladı Bey kuzinenin penceresini.
Huhuu.
Küçük bir kafa uzandı seri bir hareketle dışarı, baktı bize.
Günaydın.
Renkli bir serçecik. O bize bakıyor, biz ona. Saniyesinde kanatlandı, uçup kaçmak istedi, ama daha kapıları açmamıştık ki. Küt çarpıverdi cama. Bir heyecan bir çırpınış. Korkutmadan, ürkütmeden açtık sürgülü kapıyı. Uçup gidiverdi ormana dağa.
Oh.
Bir hayat kurtararak başladık güne. Hadi koyalım çayları, edelim kahvaltımızı.
Kahvaltı öncesi çağırdım Coffee’yi sabah yürüyüşümüz için. Paldır küldür çıktı kulübenin altından. Hala bıraktığımız noktada. Ne kendi kulübesinde yatmış ne şiltesinde takılmış, ama yürüyüş fikrinden memnun. Kuyruk havada, sağa sola sallanmada. Hoppidi zıppidi bayır aşağı salıverdik kendimizi. Bir baktık Süleyman! Süleyman da kim derseniz buyrun tanıştıralım.
Kendisini yaklaşık iki senedir görmüyorduk. Gandalf gençti o zaman, inatla ve ısrarla rahat vermiyordu hayvancağıza, sürekli çalıların arasında, tepesinde koştura koştura. Coffee cool biliyorsunuz. Şöyle bir kokladı Süleyman’ı, etrafında bir tur, ötesine fıskesini attı, devam etti. Süleyman kafayı içeri çekmişken hafif burnunu uzatıp göz kırptı.
Bol koşturmalı, turlamalı bir yürüyüş sonrası dönüşe geçtik. Coffee birden durdu, dikkat kesildi.
Coffee kim var orda? Noldu?
Biri ya da birşey var da ben anlamıyorum. Coffee anlamadığımı anladı, oturdu.
Belli ki birşeye işaret ediyor. Yanına doğru ilerledim, o devam etti.
Ah, küçük bir hayvan ölüsü. Ama ne?
Önce fare zannettim, ama buranın fındık fareleri minicik ve bej. Bu ise füme rengi.
Köstebek olmasın?
Yazık. Niye ölmüş acaba? Ne kadar küçüklermiş diye hayret ettim. Bizim Bey’e anlattım. O senin büyük sandıkların çizgi filmlerde olur dedi.
Doğada hayat da ölüm de basit.
Bacaya düşüyorsun yaşıyorsun, topraktan çıkıyorsun ölüyorsun.
Garip.
O günün sonrası kitap, sessizlik, doğa ve kendimizle başbaşa geçti. Coffee sonunda yanımıza terfi etti. Özgürlük bir gün sürdü, ikinci gün aramıza döndü. Hem de ne dönüş. Bey’le aramda dört dönüp sığamayacağı yere kalçasını sokuşturup kendine alan açıverdi. Ters dönmüş yumuşak pati üstü öğleden sonra uykusu.
İşte. Açılış o açılış. Boğa dönemine resmen girmemle ritmim yavaşladı, sakinledi. Yazmak, çalışmak ötelendi. Sonra bu hafta yavaş yavaş hayatın ritmini oturttum. Yarınki astroloji seansım için çalıştım. Dün akşam New York Filarmoni Orkestrası’nın konserine gittim. Bu sabah voleybol antrenmanına bile çıktım. Bu rehavet ve dinginlik içinde birden biraz fazla hareket olmadı mı şimdi derseniz, eh işin içinde Mars olunca olacak o kadar.
Bu kadar Boğa vurgusundan sonra mis gibi bahara, rengarenk çiçeklere, aşka, sevgiye dair bir parçayla ruhumuzu besleyelim. Evet, bu bitiriş bir zamanların çikolata renkli şarkıcısı tadında romantik bir havada oldu. Napalım, Güneş Boğa’daysa Ay da bugün Balık’ta. Bir demet yasemen kokusu burnumun ucunda.