Türk Usulü Hygge

Coffee’yle akşam yürüyüşünden dönüşte apartmanın kapısında durduk. Sol elimi cebime atıp anahtarlarımı çıkarırken kuzey rüzgarı deli deli bastırıp üfürdü. Coffee burnunu o yöne çevirdi, uzun kahve kulakları iki yana havalandı. Ben gayri ihtiyari silkelendim, içim titremişti. Bir an önce evimize kavuşmak için anahtarı kilide basıp Coffee’yi apartmanın içine iteledim. “Türk Usulü Hygge” okumaya devam et

Bir Demet Yasemen

Zaman ağır akıyor bu ara.

Sanıyorum.

Aksine.

Zaman her zamanki gibi akıyor.

Ben ağırım.

Galiba.

Boğa dönemindeyiz. Hayatın tadına vardığımız, tempoyu düşürdüğümüz, yavaşladığımız, doğaya döndüğümüz zamanlarda.

Baharın artık kendini hissettirdiği şu günlerde siz bu döneme nasıl girdiniz?

Biz resmi açılışı geçen haftasonu yaptık. Ormandaki kulübemize kaçtık. Beş aydır uğrayamadığımız için bütün bir Cumartesi içini boşaltıp temizlemek ve geri yerleştirmekle geçti. Klozet dahil! Olmadığımız zaman içinde hava öyle bir don yapmış ki klozetin içindeki su çanağı çatlatmış. Ki bu ilk değil. Daha önce rezervuar gitmişti. Biz de bunu bilerek içindeki suyu boşaltarak terkettik kulübeyi kış zamanlarında. Nafile. E tuvaletin içindekini de boşaltamazsın ya! Antifriz şartmış mirim.

Biz temizlik tamirat işleriyle uğraşırken Coffee de görevdeydi. Kulübenin altında, demir kazıkları snıf snıf koklamada, eşelenip çukur kazma çabasındaydı. Yanımıza pek uğramadı. Başına buyruk, dışarıda olmayı özlemiş belli ki. O koca patiler iki katına çıktı. Parmak araları bütün toprakla doldu. Tüylerinin rengi kızıla çalmaya başladı. O kadar mutlu ki! Hem gölgede hem eşelenmede.

İlk gün işte böyle Coffee kulübenin altında, ben içinde, Bey banyosunda bir nevi bahar temizliğiyle geçip gitti.

Pazar sabahı arı vızıltılarıyla uyandık. Vız vız vız, horozdan eksik kalır yanları yok Allah için. Güneş çıktı mı girdikleri deliklerden fırlayıveren arılarımız kalkmamızda bir ısrarcılar bir ısrarcılar. Dayanabildiğimiz kadar dayandık vızıltılı uykuya. Sonra bir pıtırtı duyduk. Çatıyla baca arasından geliyordu sanki.

Eyvah, fare olmasın!

Bey fırladı hemen. Çıt çıkarmama moduna geçtik. Dinledik.

Pıt pıt pıt.

Sanki kanat sesi. Yoksa değil mi? Kuzinenin baca borusuna pat pat pat vurdu Bey bir iki kere. Pıtı pıtı pıtı aşağı düştü sanki bir şey. Yavaşça araladı Bey kuzinenin penceresini.

Huhuu.

Küçük bir kafa uzandı seri bir hareketle dışarı, baktı bize.

Günaydın.

Renkli bir serçecik. O bize bakıyor, biz ona. Saniyesinde kanatlandı, uçup kaçmak istedi, ama daha kapıları açmamıştık ki. Küt çarpıverdi cama. Bir heyecan bir çırpınış. Korkutmadan, ürkütmeden açtık sürgülü kapıyı. Uçup gidiverdi ormana dağa.

Oh.

Bir hayat kurtararak başladık güne. Hadi koyalım çayları, edelim kahvaltımızı.

Kahvaltı öncesi çağırdım Coffee’yi sabah yürüyüşümüz için. Paldır küldür çıktı kulübenin altından. Hala bıraktığımız noktada. Ne kendi kulübesinde yatmış ne şiltesinde takılmış, ama yürüyüş fikrinden memnun. Kuyruk havada, sağa sola sallanmada. Hoppidi zıppidi bayır aşağı salıverdik kendimizi. Bir baktık Süleyman! Süleyman da kim derseniz buyrun tanıştıralım.

Kendisini yaklaşık iki senedir görmüyorduk. Gandalf gençti o zaman, inatla ve ısrarla rahat vermiyordu hayvancağıza, sürekli çalıların arasında, tepesinde koştura koştura. Coffee cool biliyorsunuz. Şöyle bir kokladı Süleyman’ı, etrafında bir tur, ötesine fıskesini attı, devam etti. Süleyman kafayı içeri çekmişken hafif burnunu uzatıp göz kırptı.

Bol koşturmalı, turlamalı bir yürüyüş sonrası dönüşe geçtik. Coffee birden durdu, dikkat kesildi.

Coffee kim var orda? Noldu?

Biri ya da birşey var da ben anlamıyorum. Coffee anlamadığımı anladı, oturdu.

Belli ki birşeye işaret ediyor. Yanına doğru ilerledim, o devam etti.

Ah, küçük bir hayvan ölüsü. Ama ne?

Önce fare zannettim, ama buranın fındık fareleri minicik ve bej. Bu ise füme rengi.

Köstebek olmasın?

Yazık. Niye ölmüş acaba? Ne kadar küçüklermiş diye hayret ettim. Bizim Bey’e anlattım. O senin büyük sandıkların çizgi filmlerde olur dedi.

Doğada hayat da ölüm de basit.

Bacaya düşüyorsun yaşıyorsun, topraktan çıkıyorsun ölüyorsun.

Garip.

O günün sonrası kitap, sessizlik, doğa ve kendimizle başbaşa geçti. Coffee sonunda yanımıza terfi etti. Özgürlük bir gün sürdü, ikinci gün aramıza döndü. Hem de ne dönüş. Bey’le aramda dört dönüp sığamayacağı yere kalçasını sokuşturup kendine alan açıverdi. Ters dönmüş yumuşak pati üstü öğleden sonra uykusu.

İşte. Açılış o açılış. Boğa dönemine resmen girmemle ritmim yavaşladı, sakinledi. Yazmak, çalışmak ötelendi. Sonra bu hafta yavaş yavaş hayatın ritmini oturttum. Yarınki astroloji seansım için çalıştım. Dün akşam New York Filarmoni Orkestrası’nın konserine gittim. Bu sabah voleybol antrenmanına bile çıktım. Bu rehavet ve dinginlik içinde birden biraz fazla hareket olmadı mı şimdi derseniz, eh işin içinde Mars olunca olacak o kadar.

Bu kadar Boğa vurgusundan sonra mis gibi bahara, rengarenk çiçeklere, aşka, sevgiye dair bir parçayla ruhumuzu besleyelim. Evet, bu bitiriş bir zamanların çikolata renkli şarkıcısı tadında romantik bir havada oldu. Napalım, Güneş Boğa’daysa Ay da bugün Balık’ta. Bir demet yasemen kokusu burnumun ucunda.

Bayramla Gelenler

Bayramın 3. gününün gecesi. Ormanda kulübemizdeyiz. Dışarıda şiddetli rüzgar esiyor.

Vuuuuu.

İçeride kısık sesli akustik müzik.

Tımtımtımtım.

Yoğun bir gündemin ertesinde sessizlik, biz bizelik, sadelik çökmüş üstümüze. Nadir konuşuyoruz. Ya kitaptayız ya müzikte. Coffee de benzer bir ruh halinde. Bir uykuda bir nöbette.

Çarşamba öğleden sonra buraya geldik. Kulübeyi şöyle bir elden geçirdik. Temizlik, tamirat, buzdolabı yerleştirme, ortalığı biraz boşaltma, düzenleme. Hem kendimize yönelik hem de bayramda yatıya gelecek misafirlere.

Sevgili Beyim bir güzellik yaparak sıcak su meselesine el attı. Yemek saatine kadar kafasında fener, elinde çeşitli anahtarlar conta sıkıştırıp borular taktı ve..

Tataaaam. Sonunda odun ateşiyle ısıtmalı sıcak suyumuz oldu. Yaşasın! Yıkan yıkan dur, yıkan yıkan dur.

Daha önce yazmış mıydım bilmiyorum. Burda ormanda her şeyimizle kendi yağımızda kavruluyoruz. Misal bulunduğumuz yere çekilmiş elektrik yok. İlk refaha erişimiz çatıya koyduğumuz solar panellerle elektrik elde etmekti. Mumlu aydınlatmadan düşük vatlı elektriğe geçiş. Aman o ne büyük keyifti. Mumlar hala hayatımızın vazgeçilmezi, ayrı, ama iş yaparken görmekle görmemek arası mecburi romantizm o zamanlar kasıyordu tabi. Üstüne başka güzellikleri zaman içinde yapmaya başladık, ama şu sıcak su meselesine bir türlü varamadık.

Suyumuz pınardan. Hem içiyor hem kullanıyoruz. Tabi pınar dediğim dağ suyu. Leziz, berrak ve BUZ. Yazın bile oldukça serinken kışın el yakıcı bir donduruculukta oluyor. Eller beş dakikadan fazla soğuk suya dayanamıyor. Haliyle suyla ilişkili temizlik durumları biraz sancılı hale geliyor. Ya ısıtma suyla iş yap, yıkan ya da dayan babam dayan. Bu kadar zaman sonra musluklarımızdan 5 derece yerine 55 derece suyun aktığını görüp hissetmek, bir nevi bayram. İlk bayramlaşmamız, bayram hediyemiz bu oldu. Sıcak suyla, bayram arifesinde, ağzımız kulaklarımızda.

Ertesi sabah gerçek bayramlaşmalarımız başladı. İlk günün telefon trafiği. Benimkileri aradık, İstanbul’a bağlandık. Annemle ayrı, babamla ayrı konuştuk. Akabinde birkaç köy aşağıda, benzer bir ortamda diğer çocuklarıyla beraber olan kayınvalideme bağlandık. Benzer şekilde bayramlaştık, üç vakte, hatta üç güne kadar görüşürüz dedik. Sonra taze evliler tarafından hatırlandık, Bodrum’a bağlandık. Bizim kuruttuğumuz etler mi güzel onların Fransız peynirleri mi diye birbirimize nispet yaptık. Öpüp koklaşıp kapattık. Bugünkü telefon bayramlaşması bu kadar herhalde derken Hollanda’da yaşayan bir dosttan gelen telefona Coffee’yle yürüyüşte yakalandık. Tesadüf bu ya, tam da arazinin şebekeyi çeken noktasındaydık. Ordan buraya, burdan oraya iyi güzel hayırlı dilekleri yolladık, ilk ziyarette görüşmek üzere randevulaştık. Bayramın en sevdiğim uzakta olup yakında hissetme kısmını işte böyle bir telefon trafiğiyle tamamladık.

Öğleden sonra yatılı misafirlerimiz geldi. Bir çift arkadaşımız ve iki Coffee aşığı çocukları. Daha arabadan inmeden ‘Coffee, Coffee, Coffeeeee’ diye neşeli çığlıklarını duyduk. Zaten karşılamayı biz değil arkadaşları Coffee yaptı ve kendisi ilk bayram hediyesini kaptı. Çocukların bagajı açmalarıyla acaba bana bişey çıkar mı diye bekleyen Coffee arkadan çıkardıkları oyuncak aslanı görür görmez kendisine geldiğini anladı. Aslanı kaptığı gibi ağzında oyuncağı birkaç şeref turu attı. İşte mutlu bayram köpeği, işte ikinci bayramlaşma örneği.

Dostlarımız ve çocuklarıyla iki tam günü beraber geçirdik. Şansımıza hava açtı. Gündüz güneşin, yeşilin, sarının, kızılın, gece ayın, dağların üstünde mehtabın, parlak Jüpiter’in ve Samanyolu’nun tadını doyasıya çıkardık. Gelen misafiri hiç boş göndermedik, herkese görev verip çalıştırdık. Bu sefer erkekler bir tam gün çalıştı ve Coffee’nin ikinci bayram hediyesi ortaya çıktı. Köpek kulübesi.

Bize ilk geldiğinde ona yatak aldığımızı nasıl hemen anladıysa kulübenin çatısının kapanması ve yerine doğru taşınması itibarıyla Coffee yerinde hareketlendi, heyecanlandı, kulübeye gitmek istedi, önüne çıktı, hamle yaptı, pırpırlandı. Kulübenin onun olduğunu anladı. Her şey yerli yerine oturduktan sonra çağırdık oğlanı, bak dedik bu senin. Hele bir de içine şiltelerini yerleştirip oyuncak aslanını koyduktan sonra Coffee ikiletmedi. Koşarak kulübenin içine girdi, bir tur döndü, kafası dışarı gelecek şekilde kıvrılıp yattı. Bu üretim ve manzaradan son derece zevk alan çocuklar da kulübenin önünde poz verip hatıra fotoğrafı çektirdiler. Bayram hediyesi üç. Hem de dubleli. Hem Coffee’ye hem bize.

Misafirlerimiz bugün öğleden sonra döndüler. Geldiklerinde getirdikleri güzel hava ve güneşi beraberlerinde götürdüler. Rüzgar başladı, hafiften fırtınaya doğru döndü. Biz de kulübenin yolunu tuttuk. Hepimiz kendi kulübemizin. Öyle ya, artık onun (da) kulübesi var!

Bu bayramla gelenleri yalnız kalmamız itibarıyla sırayla değerlendirdik. Önce ben, sonra Bey kulübemizin duşunda, tam da ayarında sıcak suyla banyo yaptık. Temizlendik, paklandık. İlk bayram hediyesini ziyadesiyle kullandık. Akşam saati gelince Coffee’ye yemeğini verdik, doyurduk. Yemeği bitirmesiyle kulübesine koşan Coffee’yi görünce yatacak herhalde dedik, yanıldık. Coffee kulübesinden aslanını alıp çıkageldi, akşam oyununu istedi. Çekiştirdik, attık, koştuk, yakalattık. Coffee’yle ikinci bayram hediyesini doyasıya yaşadık. Biz de karnımızı doyurduk, hafif ağırlaştık. Çok sevdiğimiz lüksümüz ışıklarımızı isteyerek kapattık, yanan mumlara karşı ayakları uzattık. Baktık, terasta ayakkabılarımızın üstüne kıvrılmış Coffee de kalktı, kulübesine doğru uzadı. Bayram hediyeleri üçlemesi böylece tamamlandı.

Bayramla gelen sesler, dostlar, sıcak yuvalar bayramımızı bayram, günümüzü seyran etti. İnsan basit mutlulukların ötesinde ne ister ki dedirtti. İki kelime, üç dilek, bir aslan, bir de döşek.

İyi bayramlar…

20121028-094740.jpg

20121028-094815.jpg

20121028-094830.jpg

20121028-094850.jpg

Ben, Orman Bekçisi

Ben, orman bekçisi. Küçük kulübemizin ayaklı zili. İnek sürülerinin sınır çizgisi. Yavru domuzların ‘sürpriz! ben geldim’cisi. Toprak yengeçlerinin ve ateşte tavukların nöbetçisi. Bir numaralı, ‘kuşu buldun mu getir’cisi. ‘Aha, buralar kankim Leon’la benden sorulur’cusu.

Ben, orman bekçisi, Coffee.

Yolculukları seviyorum. Daha evden çıkarken bizimkilerin hangi anahtarı eline aldığını anlayıp arabaya heyecanla koşuyorum, arkasında durup bekliyorum. E bir seferde atlayıp içeri girmem lazım. Adım Springer, soyadım Spaniel. Bir sıçrayışta bütün gövde bagajda, uzun İspanyol kulaklar havada.

Bizimkilerle geçen haftasonu ormandaki kulübemize gittik. Artık anladım. Burası bizimmiş. Bizimkiler gezmeyi sevdiğinden, ben de onlarla gitmeden edemediğimden bana her yer evim gibi geliyor. Ne de olsa ben evimi yanımda götürüyorum. Arabanın bagajını! Huhuuuu. Evdeki yatağımdan sonra ennn çok sevdiğim yatağım arabanın bagajı.

Ormana bayılıyorum. Koştukça koşuyorum. Kokladıkça kokluyor, burnumu her yere sokuyorum. Bunaldım mı kulübenin altında, üşüdüm mü güneşin alnındayım. Oooh, keyfime diyecek yok. Hem burda serbestim, her yer benim. Gelen geçen olursa bir ayar çekiyorum, hav hev, hef hüf diye. Ben burdayım haa, ona göre diyorum. Nolur nolmaz, yerini belli edicen kardeşim. Yoksa önüne gelen bizim önümüze zırt pırt yediklerini bırakıp gidiyor. Sonra bendeniz kokla babam kokla, iflahım kesiliyor valla.

Ben ayar çekiyorum çekmesine, ama bana burda ‘sus bakiim, çok ayıp’ diyen de yok, ‘gel buraya, geç yerine’ diyen de. Tam tersine, ‘Aferin oğlum’ diyor bizimkiler, mutlu oluyorlar ben etrafı kollayıp kolaçan ettiğimde. He he, bütün gördüğünüz teeee oralar, buralar, şuralar benden soruluyor anlayacağınız.

Ha, bir de kankim Leon var. Onunla da paslaşıp paylaşıyoruz arada canım. Hatta o benden eski, hakkını yemiyeyim Leon Reis’in. İlk dostum, ilk göz ağrılarımdan olur kendisi. Kuzenim Gandalf geldiğinde paylaşamazlar pek beni. Ben de sürekli aralarını yapar, gerekli mesajları veririm kendilerine ileri geri. Haydi Leonum, koçum, uzatma, evine. Gandalfım, yiğidim, sen de ikile dedim, ikile, ikileee.

Neyse, ne diyordum? Artık bütün buralar benim. Neden artık diyeceksiniz.

Çünküüü artık geceleri dışarıda yatmama izin veriyorlar da ondan. Huhuuuu! Güvenlerini kazandım, kazandım, kazandım artık. Evet evet evet! Gerçi annem hala tedirgin. Benden değil de ormandaki hareketten. E haklı tabi. Ben bile bazen ürküyorum biraz. Karanlıktan değil, görmediğim, bilmediklerimden. Bazen seslerden, bazen ufak bir kıpırtı, bir hışırtıdan. Hemen fırlıyorum yerimden, uzun uzun havlıyorum derinden, hatta burnumu yukarı kaldırıyorum uluyorum bile birkerem!

Babam bana kulübe yapacak, aynı Leon’unki gibi, biliyorum. Geçen sene bir gece kar vardı, Leon’la ben onunkinde kaldık. Oooh, sıcak sıcak, yumuşak yumuşak, ısındık işte beraber, ne güzel. Benim de olsa iyi olur diyorum tabi, keyfe keder. O zamana kadarsa bizim terasın üstündeki şiltelerde, o kadar mutluyum o kadar mutluyum ki, küçük olsun benim olsun bana yeter. Ne sıcak basıyor ne soğuk geliyor. Bir terastayım, bir kulübenin altında. Gizliden yaklaşıyorum ormandaki görünmez varlıklara. Sonra hohohooop sürpriiiizz, ben geldiim diye çıkıp havlıyorum, hoşt diyorum, hoşt hoşt hoşt, hadi bakalım naş naaaş, hahaayyt!

İlk gecenin sabahı annem endişeli, kalkar kalkmaz bana bakındı, anladım. Hooop, çıktım kulübenin altından, dedim ‘ana, hadi yürüyek aşağı bayıra’. Ben heyecanla hoppidi zippidi zıplar, koşup oraya buraya fişteklerimi atarken annem bir durdu, huzursuz oldu. Birden arkada bir hareket hissettim. Bu koku, bu kokuyu bildim, bildim ben bunu dedim. Koş oğlum Coffee, koş, kaçmaz bu fırsat, hadi yettin yettin. Yavru yaban domuzlarını anında tespitledim. Herbiri bir yana fırlayıp, saçıldılar. Annem bir yandan bu yumurcak, çizgili tiplere hayran, bir yandan ürkek, çağırır beni sürekli ‘Coffee, oğlum, gel gidelim’ diye yandan yandan. Ooooh, olsun, kovaladım onları, ormana, yeşile, dereye. Hem belki annelerini bulurlar, şimdi dört yavru, pıtır pıtır koştururken birarada.

Annem sabah ilk iş beni görecek diye doğru dürüst uyanmamıştı henüz aslında. Yavru domuzcuklarla açıldı gözleri na bu kadar o anda. Ben de onun gözünün önünde koştum, koştum, kokladım, sıçradım. Her duyduğum kokuya hamle yaptım. Baktım bizimki ağırdan alıyor ‘e, anne, gelmiyorsun ama ya?’ dedim, oturdum bekledim kendisini bayırın bir ucunda.

Sonra sonra inekler, buzağılar, bazen başında çobanları bazen başıboş, hep gelir oldular bizim oralara. Arada yaydım, yaaa yazık işte, onlar da can, otlansınlar şuncağızcık alanda dedim, yatıp uyudum. Bazen de ters köşeden bir fırladım paldır küldür ortalarına naralar ata ata. Hepsi dağıldılar bir tarafa, sürdüm onları ormanın derin köşe bucaklarına. İtirafa çekiniyorum, ama, arada büyükbaş sarıkız sinekleri savmak için kafayı sağa sola salladığında, ya anamın ya da babamın arkasına sığınıverdim çaktırmadan çaktırmadan ulu orta.

Akşam olduğunda, genelde kankim Leon’la buluştuk. Önceliği hep ona verdim. Önce o işesin, ben peşinden işaretimi çakarım ne de olsa dedim. Ormanda imzam son, izim kalıcı olsun, bütün buralar Leon Reis’le benden sorulsun deyip geçtim.

Nöbet sözkonusu olduğundaysa kanki manki dinlemedim, ne yengeç kardeşi ne de ıslayan tavuğu kimselere yar etmedim. Bizzat bendeniz önde, yanda, tepede, arkada, bekledim de bekledim.

Güneş batışına yakın kurulduk bayıra karşı kankim Leon’la. Ciddiyiz, sakiniz ama, ikimiz de içten içe rekabetteyiz, en çok kimi sevecek bizimkiler acaba tadında.

Böyle yorgun günlerin sonundaysa, bekledim babam şilteden kalksın da ben serileyim şöyle sere serpe yatağıma. Gece uzun, nöbetim ciddi, bekçiliğin zamanı ise şimdi. Gün biter, görev bitmez. Orman bu, başıboş bırakmaya gelmez.

İşte ben, ormanların bekçisi. Küçük kulübemizin ayaklı zili. İnek sürülerinin sınır çizgisi. Yavru domuzların ‘sürpriz! ben geldim’cisi. Toprak yengeçlerinin ve ateşte tavukların nöbetçisi. ‘Aha, buralar kankim Leon’la benden sorulur’cusu.

Ben, mutlu. Ben, huzurlu. Ben, cesur. Ben, buralı, ormanlı.

Ben, orman bekçisi, Coffee.

**********

Not: Yorgun düştüğüm bir gecenin sabahında annem beni daha uyanmadan şiltelerde yakalamış. Yakalandık! Halbuki ben aşağıda, kulübenin altında, gözlerden uzak, karizmam kıyak, yayılıyordum matrak matrak.

Neyse, fazla uzatmadım tabi. Hele babam da kalkıp ‘günaydın oğlum’ deyince, attırıverdim ben de ona bir günaydın dili.

Coffee adına kaleme alan

Annesi Neslihan

(Bu yazı eş zamanlı olarak Köpekler ve İnsanları‘nda da yayımlanmıştır.)

%d blogcu bunu beğendi: