Birkaç sene evvel Elizabeth Gilbert’ın ünlü bestseller romanı Eat, Pray, Love‘ı okurken şu sahne aklımda net kalmıştı. Çalışan batılı bir kadın, evinin banyosunda, yere kapaklanmış, nefes alamayacak derecede mutsuz. O kadar mutsuz ki her şeyi ama hayatındaki her şeyi tepetaklak edecek bir değişim, hatta yıkıma ihtiyacı var. Mutsuzluktan özgürleşme ihtiyacının tavan yaptığı bir senaryo. Evini, kocasını, işini, düzenini, şehrini, ülkesini terkedip gidecek, tek başına, sonu bilinmez bir yolculuğa çıkacak.
Kitabı okurken fazla Amerikan bulup burun kıvırmıştım. İnsan ne seçtiğinin, nereye gittiğinin bu kadar mı farkında olmaz canım deyip yoğun iş hayatı arası verilmiş bir yaz tatili molasında şıp diye bitirivermiştim. Ammavelakin kitap bana insanın kendi mutluluğunun nasıl farkına varacağını düşündürmüştü. İlla bıçak kemiğe dayanıp hiçbirşey yolunda gitmediğinde mi mutluluk kavramı bir özlemle aklımıza geliyordu acaba? Kendimize durup durup mutlu muyum diye sormamızın çok vaki olmadığını düşünerek belki de birbirimize bunu sormamız bir yol açabilir demiştim.
Naber nasılsın? Mutlu musun?
Sahi birbirimizin mutluluğuyla ilgili miyiz? Ya kendi mutluluğumuzla?
İçinde yaşadığımız düzen bizi daha fazla yapmaya, başarmaya, bir yerlere varmaya, sahip olmaya ittikçe biz de günlük rutinler içinde, daha mikro bir bakış açısıyla hayattaki gayemiz buymuş gibi yaşıyor, kendimizi yaptıklarımız üstünden ifade ediyoruz. Tabii birbirimizin hayatlarında merak edip öğrenmek istediğimiz kısımlar da bunlar oluyor belki. Naber sorusundan sonra gelen çalışıyor musun, ne iş yapıyorsun, evli misin, çocuk var mı, nerede oturuyorsun gibi akıp gidebiliyor bu zincir.
Geçtiğimiz haftalarda uzun zaman önce birbirinin izini kaybeden bazı arkadaşlar tekrar birbirimizi bulduk. Dile kolay, 20-25 sene geçmiş son görüşmemizin üstünden. Yazışmalar, çizişmeler, telefon trafikleri. Arada o kadar birikmişlik, yaşanmışlık var ki yarım saatlik bir telefon konuşmasında veya birkaç yüz karakter içindeki yazışmalarda hangi birini seçip anlatmak, ona göre soru sormak maharet haline geliyor. Klasik olarak okuduğumuz okullar, edindiğimiz meslekler, çalışma hayatı, medeni durum, çoluk-çocuk, muhit, aile, sağlık ve doğal olarak hayattan kısa kısa bahsettik birbirimize. Bu 20 küsur senelik özet haber bülteninden sonra birisi bana soruyu sordu.
Mutlu musun?
Şaşırdım.
Duraklamadan cevap verdim.
Mutluyum.
Hatta bu soruyla daha da mutlu oldum. Bunu soran birisi ancak kendisi de bunun farkında, arayışında olabilir.
Bunun akabinde eski bir müşterime rastladım bir Pazar kahvaltısında. İşten, eski çalışanlardan, havadan sudan konuştuk. Sonra o da sordu.
Keyfin yerinde mi?
Yerinde yerinde.
Eski arkadaşlarla geç kalmış sohbetler, eski müşterimle havadan sudan muhabbetler sonlandıktan sonra tekrar üstüne düşündüm.
Mutlu muyum?
Mutluyum. Keyfim yerinde.
Hayatı, yaşamayı seviyorum. Yaşamayı seçiyorum. Yaşamak istiyorum. Her haliyle yaşamaktan bahsediyorum. Keyfiyle zorluklarıyla, rutinleriyle sürprizleriyle, birlikte ve tek başıma, paylaşarak ve kendime saklayarak, bırakarak ve sonuna kadar bırakmayarak, tutunarak. Mutluluğun aranarak, okunarak, satın alınarak, birşeyler yaparak veya yapmayarak değil, bizzat hayatı olduğu, geldiği gibi yaşayarak, seçerek varolduğuna inanıyorum.
Ve sana soruyorum sevgili okuyucu.
Sen mutlu musun? Keyfin yerinde mi?