Bu akşam ikinci köprü yoluna girdiğimde süper dolunayı tam tepede, karşımda gördüm.
Of!
1948’den beri bu dünyadaki gözler böylesini görmemişti. Gerçekten büyüktü. Üstünden akan bulutlarla mistik, donuk.
Ajansta çalışırken de dolunayı işte böyle karşılar, her sürprizli önüme çıkışında ufak bir çığlık atardım.
Of!
Gece dokuz-on olmuş eve dönerken, gecekondular, arabalar, nahoş kokulu mahalleler arasından metropolün kalburüstü semtlerine çıkan daracık yollarında dolunayı tabak gibi karşımda bulurdum. Nefesim kesilir, nabzım hareketlenirdi. Bir yandan içim cız ederdi. Dışarıda doğa döngüsüne devam eder, güneş batar, ay çıkar, gökyüzü, yıldızlar, gece, gündüz, yaz, güz, kış, ilkbahar geçip giderken ben bir plazanın sekizinci katında, ekran başında, kapalı alanda, ya üşür ya terler, görev adamı rolümü fondiplerdim.
Hof!
Bir arkadaşımız dolunay veya mehtapla karşılaştığında kendisini tam bir oduna benzetirdi. Ne var yani, her gün inip çıkıyor, bunun neresi romantik, derdi. Meseleyi illa romantizme bağlamazdım, ama aynı doğum mucizesi gibi doğanın, evrenin, galaksinin başka hiçbir düzene takılmadan ritüelini yerine getirmesini muhteşem bulurdum. Bunu kaçırmayı ise eksik.
Oof of!
Her dolunay bir farkındalık zamanıysa o kaçırma zamanlarından yakalama zamanlarına geçtiğimin ayırdına tekrar tekrar varıyordum, tamam, ama başka bir şeylerin daha karnımdan boğazına yükseldiğini hissediyordum.
Boğa’daki bu süper Dolunay kişisel değerlerimize, sahip olduklarımıza dair duygusal bir farkındalık getirirken ben neleri korumak, tutmak, sahip çıkmak istiyordum? Dolunayın imgesini, maddesinin güzelliğini mi, yoksa onun getirdiği değerleri, içimde büyüttüklerini mi?
Geçen sene taşındığımızdan beri evimizden ne ayı ne göğü doğru dürüst görebiliyorum. Ara ara lanet ediyorum. Odamda ufak bir simülasyon yapmak için avizeye ahşap bir hilal asıp masamın üstündeki mumu yakarak ay-güneş karşıtlığı yaratıyorum. Sayesinde dışarıdaki dolunaydan içimdeki dolunaya yansıyanların ışığını farkediyorum.
Ben oturup çalışmayı, yazmayı, üretmeyi seviyorum. Görüyorsun sevgili okuyucu, işi bıraktım bırakmasına da şu ekrandan, masadan, sandalyeden hala kopamıyorum. Geç çıkılmış iş sonrası karşılaşılan dolunaya çekilen ‘of’la aile saadeti sonrası eve dönüş yolunda karşılaşılan dolunayın ‘of’u yine aynı ofof, biliyorum. Fark şu. Bu benim dolunayım. Bunu ben tutuyor, size gösteriyorum. Siz kendi dolunayınıza nasıl sahip çıkıyorsunuz, işte bunu merak ediyorum.
Hemen Sabianlardan Boğa’daki Dolunay ve Akrep’teki Güneş’in bugünkü dereceleri için ilhamlık feyz alıyorum.
Ay – Değerli taşlarla dolu bir mücevher dükkanı. Doğal harikuladelik sosyal olarak teyit edilir.
Güneş – Bir tavşan bir doğa ruhuna dönüşür. Hayvansal dürtüler daha yüksek bir seviyeye ulaşır.
TMA Magazine, October-November 2016
‘Of’lamalı tekerlemelerle sizi dolunay dansına davet ediyorum.
Of oof!
Ansızın gördüm onu, havuza giden dar, beton yolda, palmiyelerin gölgesinde karşılaştık. Elinde iki büyük deniz kabuğu taşıyan, kısa boylu, zayıf, çıplak ayaklı bir yerli, gözlerini hiç ayırmadan bana bakıyordu. Bu dimdik cüretkar bakışı, beni onunla konuşmaya itti sanırım, daha en başından, açıklanamaz bir egemenliği vardı üstümde.
‘İyi akşamlar. Bunları satıyor musun?’
Aptalca bir giriş yapmıştım; elbette satıyordu, başka bir nedenle otelde bulunamazdı. Almaya niyetim olmadığı halde, büyük bir dikkatle kabukları inceliyordum. Bu arada, Jamaikalı olduğunu, dalgıçlık yaparak ve çıkardığı deniz kabuklarını satarak geçimini sağladığını anlatıyordu. Adını sordum.
‘Tony. Bana Kabuk Adam Tony derler, ya da Tony, Kabuk Adam.’
…..
Benliğimin bir parçası haline gelmiş can sıkıntısı ve rehavet içinde yoluma devam edecektim ki birden o cümleyi söyledi. Her şeyi başlatan cümleyi.
‘Sen, hayatım boyunca benimle konuşan ilk beyaz kadınsın. Deniz kabuğu filan alırken konuşurlar elbette, ama hiç benimle ilgili soru sormazlar.’
İçimde bir şeyler kıpırdandı, yüreğimdeki ağır bir taş yerinden oynamış, yuvarlanmaya başlamıştı. Üzüntüyle ona döndüm, bakışlarım onunkileri ilk kez aynı yoğunlukla karşıladı. Aramızda, sözcüklerin olmadığı, sessiz, derin bir konuşma geçiyordu.
Kabuk Adam, Aslı Erdoğan