çiçek toplardık eskiden
kulübemizin önünden
Coffee’nin bayırından
ormanın derininden
sarı mavi
seviyor sevmiyor
kaldık japon bahçesinin
otlarından bitenlere
özledim. “Özlem” okumaya devam et
çiçek toplardık eskiden
kulübemizin önünden
Coffee’nin bayırından
ormanın derininden
sarı mavi
seviyor sevmiyor
kaldık japon bahçesinin
otlarından bitenlere
özledim. “Özlem” okumaya devam et
Evet sevgili takipçiler, yine bir Coffee ve Gandalf dönemiyle karşınızdayız. Yazılarımı sene başından beri okuyanlar süreli süresiz ziyaretleriyle evimizi şenlendiren, Coffee’nin bir numaralı arkadaşı, kuzeni, ne-senle-ne-sensizi Gandalf’ı hatırlayacaklardır. Kendisiyle yeni tanışacaklar ise 1. Sezon’dan bir kuple giriş için buraya bakabilirler.
Gandalf’ın bu seferki ziyareti nispeten daha kısa. 15 gün. Yine de bu ikilinin tekrar bir arada olmaya alışmaları ve aynı evde yaşamaları için fena bir süre değil. Sezon II nasıl başladı biraz anlatayım.
Bir zamandır Coffee’nin sokakta rastladığımız komşu köpekleri, mahallenin sokköleriyle ne kadar oynaşıp koşturduğundan ve sanki bir arkadaş özleminde olduğundan bahsediyordum. Geçen hafta Perşembe gecesi Gandalf’ın teyzesi ve eniştesi küçük atı eve teslim etmek üzere bize geldiler. Kapının çalınmasıyla Coffee klasik kapıya koştu, kapı açılmadan kapının kenarlarını, dibini koklamaya başladı. Anladı gelenin kim olduğunu. Açar açmaz dışarı Gandalf’ın yanına fırlayıp bir öpüşme, bir koklaşma hasıl oldu ki gırla gitsin. Bir müddet bu ikilinin kavuşup özlem gidermelerini bekledik kapıyı kapayıncaya kadar.
İçeri girer girmez Coffee içerden oyuncakları getirmeye başladı. Ordan oraya koşuyor, marifetlerini gösteriyor, Gandalf’ın altına giriyor, üstünden çıkıyor. Bir heyecan bir mutluluk. Gandalf’sa tedirgin. İçeri girmesiyle bunlar beni ne zaman bırakacaklar acaba endişesine girdi belli. Oturmadı bayağı bir süre. Hep ayakta. Teyzenin, eniştenin dibine gidip burun atma, pati koyma, arka arka gidip poposunu yaslama, sonra da dönüp kapıya yönelme durumlarında. Her ayağa kalkış bir hareketlenme. Acaba gidiyor muyuz, beni de götürüyorlar mı, yoksa bırakıyorlar mı mesajları her yanından akıyor oğlanın. Bu endişeyi gidermeye yönelik teyze ve enişte 1 saat kadar oturdular. Bu arada oğlanlar biraz daha yerleşti, gevşedi. Ben zaten gündüzden geçen sene ikisinin yanyana yattığı şilteleri salona çıkarmış, Coffee’nin yatağının yanına da Gandalf’ın yattığı minderi havlusuna sarıp koymuştum. Bu vakte kadar ilgi gösteren olmadı, zira ikisi de kimden daha çok ilgi toplarım derdindeydi.
1 saat hoşbeş, alışma, rahatlama sonrası ayrılık vakti geldi. Öpüştük, koklaştık, yolcu ettik görümceleri. Kapıda bütün vedayı seyreden oğlanlar kapının kapanmasının ardından yerlerine geçip yerleştiler. Coffee Gandalf’ın kalıcı olduğunu anladı, Gandalf da bize döndüğünü.
Herkes yerini gayet iyi hatırladı. Gandalf salondaki şiltelerden sağdakine yerleşti, Coffee soldakine. Derin uyku vakti geldiğinde baktım küçük at gitmiş içerdeki minderine kıvrılıp yatmış. Oooh, Coffee’nin yatağını boş buldum, yatayım yok, ya da oh şu kanepe de iyiymiş, üstüne çıkıp serpileyim yok. (Henüz)
Ertesi sabah ilk ikili yürüyüşümüzü yaptık. Eyvaah! Bunlar birlikte yürümeyi unutmuşlar. Gandalf çok heyecanlı, ileri adım marş şeklinde çekmekte. Coffee’yse mahallenin dayısı, korunun köpeklerine karşı Gandalf’a gösteri yapacak diye, hevv, hüüvv, bööğğ, büüğğ tiz sesiyle viykviyklenmelerde. Gandalf büyük köpek, çekti mi adamın beline, omzuna, koluna falan derken ciddi yük bindiriyor. E Coffee de orta boy skalasında fena değil Allah için. Aman dikkat edeyim, bir tarafı sakatlamayayım diye diye bayıra kadar alı al moru mor tırmandık, düzlüğe vardık. Bayırda kayışlarını açmamla her zamanki koşturma yarışına giriştiler. İki uzun, sarkık kulaklı köpeğin ok gibi fırlayıp yarıştıklarına arkalarından şahit oldunuz mu bilmiyorum. Hem komik hem de estetik oluyorlar. O kulaklar yukarı aşağı yukarı aşağı havada bir metronom gibi dink donk inip kalkıyor. Gandalf uzun ve yüksek olması itibarıyla küçük bir tay gibi uzayıp sıçrarken, bizimki de ona yetiştim yetişecem diye yere yaklaştıkça yaklaşıp altına girmeye çalışıyor. Güzel bir fonda, tempolarına uygun bir müzikle iyi klip malzemesi verirler.
Serbest koşma, birbirleriyle yarışma, komşu köpekleri Pamuk ve Tosun’la koklaşıp bir güzel havlaşma seansları sonrası biraz adrenalin harcayıp sakinlediler. Çağırdığımda geldiler, bağlanmayı beklediler, uygun adım dönüşe geçtiler. Yola çıkmamızla bir sokköyle burun buruna geldik. Coffee dayılandı, Gandalf çekmeye başladı, ben müdahale edinceye kadar da sokkö korkup kaçtı. Tabi bizimkiler peşinden gitme derdindeler. Onlar havlıyor, ben hayır diyorum. Onlar ileri atılıyor, ben geri çekiyorum. Karşılıklı irade mücadelesindeyiz itiş kakış. Dedim bu böyle olmayacak, oturuyoruz.
Oturduk yoldaki yüksekçe duvar kenarına. Arabalar geçiyor, biz seyrediyoruz. Sokkö uzaktan gelip bakıyor, biz inatla oturuyoruz. 5-10 dakika oturduk orda öylece. Her hareketlenip gitmek istediklerinde oturttum yerlerine, beklettim ayağımın dibinde. Nefesleri düzene girince hadi kalkın dedim, biraz daha yolu uzatmaya karar verdim. İkisini de kayışlarından dizlerimin dibinde tutup kendime yakın markaj ara sokaklarda yürüttüm. Ritmi yakaladık. Uydun adım bir ki bir ki, tırnaklar yere sürter çıtçıt, pıtpıt.
Bu başı çekişmeli sonu sakin ritimli talim sonrası döndük eve. Sırayla patileri, bacakları silindi. İkisi birden ayrı ayrı kafasından, poposundan sevildi, okşandı. İşlem tamam, hadi dağılın bakalım dedim demesine de hop, eş zamanlı oturup bakmaya başladılar bana. Yürüyüş, ritim unutulmuş, ama yürüyüş sonrası ödül unutulmamış. Eh, çıktığımızda durum vahimdi, ama dönüşte çaba sonrası düzelme gözlemlendi, ödül hakedildi. Verdim ben de ikisine birer kurabiye. Kibarca elimden alınan ödüller şapada şupada yutuldu anında. Pestil bir şekilde geçildi köşelere, biraz gerinip, sonra serilip, sonunda kendilerini bırakarak horlamalara teslim oldular bile.
Bu anlattığım ilk gün ve geceden beri 3 gün geçti. Asayiş berkemal. Gandalf’da mahsunluktan eser yok. Arada içerden tenis topunu kapıp geliyor. Malum kendisi bir tek onunla ilgileniyor. Sırtımda, kucağımda, kolumda ağzıyla çevirip çevirip oynamak istiyor. Normal zamanda tenis topunun yüzüne bile bakmayan Coffee’yse ağzında bir öten peluş, önünde başka bir tenis topu benimle ne zaman gelip oynayacaksın diye yerinde ses etmeden bekliyor. Arada Gandalf kendi topunu kaçırdığında hem onun hem kendi topunu yakalayıp ağzında tutmaya çalışıyor, beceremiyor. Geçen sezondan bu sezona fark, mahzun Gandalf gitti, mahzun Coffee geldi. Bey ve bendeki genel hissiyat bu. Biz de Gandalf’ın uyukladığı ya da yanımızda olmadığı zamanlar Coffee’yi gizli gizli sevip ayrı ilgi gösteriyoruz, senin yerin her zaman ayrı ve değişmedi der gibi.
Bu ikilinin birlikteliği bizim için her zaman gözlemlemeye ve öğrenmeye değer. Evde Bey’le sürekli birbirimize ‘bak bak napıyor, seninkine bak’ diyor, ‘çaktırmadan, kıpırdaman uzan ve durumu gör’ diye bazen sözle bazen gözle sürekli mesajlar veriyor, nispet yapıyoruz. Kim kimi daha çok seviyor, kim kime daha çok sırnaşıyor, bizim aramızdaki yarış bu. E sadece Coffee ve Gandalf yarışacak değil ya!
İşte Sezon II Bölüm I girişi böyle. Sanırım önümüzdeki 10-15 gün içinde bir iki bölüm daha çıkacak mini dizi kıvamına geliriz bu ikiliyle. Geçen sene yılbaşında beraberdik, bu sene de şükür ayrı düşmedik. O zamana dek bu bloga başka kimbilir ne hikayeler doğar diyerek, Coffee & Gandalf Sezon II’nin ilerleyen bölümleri için bizi izlemeye devam edin.
Güzel bir sabah. Güneşli, mis. Çıktık Coffee’yle bayıra.
Önce bayırın yerlisi Pamuk ve Tosun selamladı bizi uzaktan.
Beklediler Coffee’yi, sabah selamlarını, öpüşmelerini.
Coffee bugün cool.
Şurayı koklarım, oraya atlarım, herkesi sollar koşarım der gibi sanki.
Kulakları dikip kuyruğu sallayıp komşulara, devam etti yoluna bizim oğlan.
Geri tırmanırken bir baktık geçen gün tanıştığımız Sokkö uzanmış sereserpe,
Adeta Coffee’yi beklemede.
Bizimki her zamanki tezahüratının aksine,
Ha sen de mi burdaydın deyip geçti Sokkö’nün yanından dikine.
Sokkö sabırlı, vefakar,
Cool oyun arkadaşını bırakmadı, kalkıp düştü peşimize.
Sol kaldırım, sağ duvar, üst bahçe, alt yol,
Zigzagları çizerek ilerledik sokaklar arasında.
Sonra birden Sokkö’nün sınırına geldik galiba,
Kaldı mı yolun başında mahzun bize baka baka?
Gel dedim gel, yürüyoruz bu yöne daha.
İkiletmedi, koştura koştura yetişti bizim oğlanın yanına.
Hemen bir dil bir öpüş bir koklaş.
Sanki arkadaşı yatıya geldi, bizimki de bir sevindi bir sevindi.
Dolandık üç aşağı beş yukarı, ayrıldık o günlük bizim sokaktan aşağı.
Ertesi sabah çıktık yine Coffee’yle bayıra.
Taaa uzaktan havlaya havlaya geldi Sokkö, karşıladı bizi bayırın başında.
Bizim Efendinin aklı başında, keyfi dozunda,
Atlaya zıplaya koştu arkadaşının yanına,
Kuyruk havada, dimdik sallana sallana.
Koşturu koşturu, uçturu uçturu, ordan oraya sallana yuvarlana,
Bir bayır sabahını daha ettik birlikte diğerinin peşi sıra.
Sokkö kardeş bugün sonuna kadar bizimle yürümekte tereddüt etmedi,
Yol bitip eve dönme vakti gelinceyse,
Biz demeden hadi sağlıcakla deyip dönüp gitmesini bildi.
Eyvallah, fazla uzaklaşma, ısındı kanımız sana,
Görüşürüz sabaha demekse bize kaldı.
İki gün evde Coffee’yle biz bizeyiz. Sevgili Beyim orman kulübemize gitti. Coffee’yi de yanına almak istiyordu aslında, ama daha birşey söyleyemeden resti yedi.
‘Coffee benimle kalıyor’.
Çarşamba gününü kendime ve Coffee’ye ayırmaya karar verdim. Hazır oğlanı kendimize mal etmişken fırsat bu fırsat dedim. Niye derseniz oğlan babasına pek bir düşmüş durumda. Ben de su koyverip beyaz bayrağı çektim sonunda. Ama içten içe de ‘koptuk gittik yahu oğlumla’ diye içim kan ağlamakta.
Tevekkeli ben Coffee evde benimle kaldı diye sevindim, ama kendisi Bey gidince küçük bir trauma geçirdi, bana da bir güzel ağzımın payını verdi. Sabah 06.00’da bir heves kendisi de gidecek mi acaba diye kapıda bekledi, bizim Bey’in gitgellerini izledi. En son Bey evden çantalarla çıkıp gidince kapıda kalakaldı, farkettim. Ben yataktan hiç çıkmadım, sessizce bekledim ne yapacak diye. Yatmadı bile tahminim. Oturarak Bey’in onu geri gelip almasını bekledi. Halbuki Bey çıkarken Coffee’ye veda etmişti. Oğlan napacak diye beklerken bir beş dakika sızmışım. Birden derinden başlayıp gittikçe yükselen ‘auuuwwWWWWuuuuuww’ diye bir ulumayla uyandım. Amanın! Bizimki ‘babam, babam, beni bırakıp da nereye gittin ey babam?’ diye ağlamaz mı? Hemen seslendim içeri. Sustu, ama yanıma gelmedi. Bir müddet daha girişte takıldı, orda yere yattı. Dayanamadı, yatak odasına geldi, bana uzaktan şöyle bir baktı, Bey’in tarafına kıvrıldı. Sonra kalktı, kendi yatağına geçti. Bense bu zamansız uyanma ve tekrar uyumaya çalışma arasında kabuslarla debelendim.
Bir iki saat sonra yere sürten tırnak sesleriyle uyandım. Tirıs-tırıs-tırıs. Bizimki gelmiş yine yatak odasına, yerde kafasını patilerle sıkıştırarak ‘kalk artık, sev beni’ günaydınlarında. İyi dedim, anlamış, beraberiz bugün.
Kalktım, ilaçlarını verdim. Coffee’nin kalçasındaki eklem yerlerinde aşınma olduğunu keşfettik sene başında. Ara ara ağrısı oluyor, sekiyor. Bugünlerde arka bacaklarında ağrısı başladı yine. İlaç tedavisindeyiz haliyle. Bunu biliyor ve her sabah mutfak kapısında bekliyor ne zaman peynirle ilaçlarını vereceğiz diye.
İlaçlar sonrasıysa sabah yürüyüşü yapıyoruz birlikte. Bu rutinimiz bir zamandır hem bacaklardaki ağrıları hem de benim yetişmem gereken astroloji eğitimi, yoga dersi, blog sekmesi, plan program derken biraz daha hızlandırılmış şekle dönüşmekte. Hatta bayıra arabayla götürüp getirdiğim bile oluyor, rahatsızlığı pratiklik anlamında bir bakıma işime geliyor.
Bugün kaçırmadan gittiğim yoga dersine Coffee’yi tercih ettim, bir sonrakine giderim dedim. Coffee’yle beraber güzel sabah yürüyüşümüzü yaptık. Bayıra çıktık, uzun uzun dolandık, mahallemizdeki kedi kulübelerinin olduğu sokağa girdik, en son korunun etrafında döndük. Coffee iki hav attırdı, korunun köpeklerinden cevabını aldı, ‘tamam’ dedi, ‘bugün buralar yine benim, bunlar bağlı’. Rahat rahat, salına salına, uygun adım yürüye yürüye döndük eve. Kapıda ayaklar silindi, tüyler tarandı, şöyle bir kene kontrolü yapıldı. Sarılıp dağıldık köşelerimize.
Hazırlanıp yoga dersine yollandım. Daha önce denemediğim bir hocanın dersine girdim. Bütün ders boyunca karışık duygular içinde gidip geldim. Önce akıştan ziyade konuşma olacak gibi geldi, bu hoca çok konuşkan diye düşündüm. Sonra akışlara başlayıp birden hızlanınca ‘bir dakika bir dakika, bir yere mi yetişiyoruz?’ diye geçirdim. Biraz başım döndü, arada bacaklarım titredi. Ciddi bir şekilde 2. savaşçıda kalırken ‘yoga bu kadar ciddi birşey değildir, arada bir gülün, gülümseyin’ replikleri dolaştı. ‘Ben ciddiye alıyorum ama, nolacak?’ dedim. Bir huzursuzluk, birşeylerden hoşnutsuzluk hisleri içinde dolaştım matın üstünde. Yine de ve her şeye rağmen Savasana’dayken memnun ve tatmin duygusuyla bitirdiğimi farkettim dersi. Hatta güldüm. Ceset pozisyonunda yatarken güldüm, daha ne olsun? Herkes gider Mersin’e, ben giderim tersine. Bu esnada da başka bir derste başka bir hocanın sorduğu ‘kendinize nasıl annelik ediyorsunuz?’ sorusunu hatırladım. ‘İdareten mi yoksa kendinizi rahat ettirecek, ihtiyaçlarınızı karşılayacak şekilde mi?’ demişti. Nasıl davranıyorsak içinde olduğumuz poza da bunu yansıtıyoruz. Rahat olmamız gereken bir pozda canımız acıyıp ‘şimdi geçecek, az kaldı’ diye geçiştirme yaklaşımındaysak idare ediyoruz demektir.
Ben biraz böyleyim işte kendi temel ihtiyaçlarıma karşı. İdare etme potansiyelindeyim. Evde yemek yoksa, hele Bey de yoksa geçiştiririm. Aç kalmam, ama birçoğu için yediğim ya yetersizdir ya da yemek değildir. Susarım misal, içmemek için dayanırım saatlerce. Ya da sıkışırım, aynı şekilde. Dayan derim, şu da bitsin öyle. Yapacaklarımı kendimin önüne koyarım genellikle. Bu işte de, evde de, Bey’le de, Coffee’yle de, aile eş dost herkesle böyle. Kendine anneliğe gelince, zorunluluk haline gelip bıçak kemiğe dayanmadan harekete geçmeyebilirim uzun süre. Dayatırım o bıçağı kemiğe. Rahatsız, susuz, aç, dayanırım dayanabildiğimce. Sonra da bayılıp giderim uçakta, tuvalette durduk yerde. Neyse, zor yoldan da olsa farkedip öğrenebiliyor insan işte.
Bugün derste anladım ki idare etmemişim. Hislerimle yüzleşmişim. Onun için de iyi hissederek çıktım. Ve hemen akabinde temel ihtiyaçlarımı düşünüp Migros’a girdim, alışveriş yaptım çünkü çok acıkmıştım. Eve gidip bir an evvel kendime yemek yapma güdüsüyle et aldım, yeşillik aldım, sebze aldım, meyva aldım, yumurta aldım, şarap aldım. Ha kuruyemiş ve cips de aldım.
Eve geldim, Coffee büyük bir coşkuyla karşıladı. Her eve dönüşüm yemek saati onun için, ama bu sefer saat erken. Bekleyecek. Ben gittim kendime güzel bir bonfile, yanına garnitür sadece zeytinyağlı karabiberli spagetti, kocaman bir roka salatası yaptım. Nasıl yedim bir ben biliyorum, silip süpürdüm. Arkadan hızımı alamadım, ertesi akşam için kabak yemeğine giriştim. Kime neyi ispat etmeye çalışıyorum bilmiyorum, ama bugün böyle bir tripteydim. Yemek pişerken kendime annelikten Coffee’ye annelik moduna geçtim. Onun yemeğini ve akşam ilaçlarını verdim. Yemek sonrası coşkusuyla oyuncak geyiğini kapıp gelen Coffee’yle çekiştirme oynamaya başladım. O hırlıyor, ben hırlıyorum, o çekiyor, ben çekiyorum. Sıcak temas, oyun, sevgi, yemek. Coffee’yi geri kazanma yolunda fena gitmiyorum demek.
İkimiz de yorgun düştüğümüzde ben yere geçtim, altıma minder aldım, yanıma çağırdım. İkiletmedi, geldi direkt bacaklarımın arasına kıvrıldı. Kafayı da sol bacağıma dayadı, hırhırhırhır keyfe başladı. Bir yandan içim gitmekte, kıpırdamaya korkarken ‘işte bu işte bu’ çığlıkları içimden yükselmekte, bir yandan hafiften belim, bacaklarım ağrıma emareleri göstermekte. Bugün zaten yang enerjiyle çalıştım, biraz titremelerde, gerilmelerdeyim, oğlanı bacakta daha fazla yumuşakça tutamayabilirim.
Uzun uzun okşadım. Bir Coffee’yi bir bacağımı, bir Coffee’yi bir bacağımı. Bilinçaltım bana yine kendini unutma dedi. Coffee’ye kol kanat gererken kendime de fiziksel şefkat gösterdim.
Yavaş yavaş geceyi ettik. Dışarıda şakır şakır yağmur. Ayağımın ötesinde Coffee kıvrık. Başucumda bir sürahi su, yarı dolu bardak. Bağdaş pozisyonunda kucağımda laptop.
İki başlı, iki konulu, Coffee’yle iki başına hikayemiz bugün böyle geçti. Hem beraber hem bireysel. Ben ona sevgi dolu anneyi hatırlattım, o bana teslim olan oğlanı. Yogaysa önce kendime anne olmamı.
Coffee şimdi tatlı uykusundan uyandı, esniyor, yalanıyor, kaşınıyor. Bense gözlerim çizgi halinde esniyorum, kafamı kaşıyorum, bu yazı böyle biter mi ki diyorum.
Bitti.
Karlı ve karanlık Şubat sonrası aydınlık ve güneşli gelen Mart.
Güneşli ama hava hala buz.
Bildiğin donuyoruz.
Tabi güneş ve donmak aynı cümlede nasıl birbirini götürürse, benim güneşe ve ışığa aç bünye de ‘güneş varsa sıcaktır’ mantığıyla inatla dışarıda oturunca çarpıldı. Bu da bir nevi güneş çarpması işte. Yazın sıcaktan çarpıyor, kışın mış gibi yaptığı için uzaktan, soğuktan.
Haliyle bugün üstümde bir kırıklık, boğaz ağrısı. Güneş alan evin içi sıcaktan yanarken, ben battaniye altına girip kendimi börek gibi sarmalamak istiyorum. Ammavelakin, yerde paspas gibi yatıp gözleriyle beni izleyen biri var. Dışarı çıkmayı bekliyor. Ben de bugün erken kalkamamışım, olmuş öğlen. Her kafamı çevirdiğimde yakalandığım kalkık kaşlı bakışları gördükçe vicdan katsayım artıyor.
Mecburen ayaklandık, hazırlandık, kapıya çorap ve montla geldik, mesaj anında alındı. Coffee dört ayak üstüne fırladı ve hazırol pozisyonunda kapıda beklemeye başladı.
Attık kendimizi dışarı.
Çıkar çıkmaz yanımızdan mahallemizde sürekli gezen devriye aracı geçti. Coffee, polis geçerken tepki vermedi, ama araba yokuş aşağı indikten sonra sanki birşeyler kokluyormuş da geriye gitmek istiyormuş gibi (yemedik tabi, biliyoruz malımızı) başlamasın mı geriye dönmeye?
Neden?
Çünkü 2 gün önce Coffee’ye bu araçlardan biri çarptı.
Belki de bu araçtı, bilmiyorum.
Oğlanı Bey dışarı çıkarmıştı. Bayır yürüyüşü dönüşü artık heyecandan mı şımarıklıktan mı, araba geçerken sen sokağa fırla, arabaya havla, araba da buna yandan pat diye bir koysun. Bizimki anında viyk viyk diyerek dooooğru evin yolunu tutsun, hiç Bey’i dinlemesin, kendi kendine eve gelsin, kapıyı çalsın – yok, o kısmını abarttım- tabi Bey de peşinden koşar adım dönsün!
Coffee’yi yürüyüşe çıkardığımızda sokakta tasmasını çıkarmıyoruz. Hem bazen arabalar çok süratli geçiyor, Coffee de korkup saldırabiliyor, hem de bazen delikanlılığı tutup şımarıklıktan ona buna havlayıp koşabiliyor. Özellikle bizim sokaktaysak ‘aha, buralar bizim’ tribinden yaşıyoruz bunları.
Bey ve oğlan tasmasız gelince şaşırdım. Hikayeyi duyunca da hafiften panikledim. Allahtan birşeyciği yok, tek patide hafif bir sıyrık, o kadar. Ama mahsunluk var tabi. Bey de hem üzgün hem kızgın. Coffee’yle küstüler. Bana da pek müdahale ettirmediler. Zavallı şapşi korkmuş tabi, geceleyin duyduğu her sese havladı, beye hırladı, bizi doğru dürüst uyutmadı.
Bugün de devriye aracı geçince dedim ‘eyvah, arabayı hatırladı, korktu bu, eve dönmek istiyor’. Birkaç kere daha geriye, eve doğru yollandı. Ben de ısrarla ‘hadi Coffee, yürü, bayıra gidiyoruz’ deyip devam ettirdim.
Neyse ki, bayıra varınca kendine geldi. Bayırda tasmasını çıkardım, bir heyecan ileri atıldı, koşturdu, ama benimle mesafesini korudu. Dönüşe geçtiğimizde bekledi, tasmasını bağladım, dutluğa tasmayla geçtik. İki gün önceki tedirginlik devam ediyordu demek ki.
Dutlukta durum farklı. Burası etrafı çevrili bir bahçe. Haliyle saldım oğlanı, ben de attım kendimi. Sen sağ ben selamet.
Oğlanın arabanın farlarına tutulması gibi ben yine güneşin ışınlarına vuruldum.
Önce biraz pastoral telefon fotoğrafçılığı, sonra biraz Coffee direktifleri -gel buraya, ara ara, kokla kokla, kim var orda-, arada bir papatya egzersizleri (oluyor-olmuyor), devamında şaşılası börtü böcek izlenimleri.
Vakit geçti.
Bende hafif bir üşüme.
Yine de özlem var hala tepedeki güneşe.
Oturdum bir salıncağa, başladım ileri geri amaçsız salınmaya.
Oğlan da bir aşağı bir yukarı koşmada.
Coffee bu, büyük avcı, nokta atışçı.
Kokladı kokladı, noktaladı noktaladı, fısladı tısladı.
Sonunda geldi iki adım öteme oturdu, beklemeye başladı.
Coffee burnunu rüzgara uzattı. Ben yüzümü güneşe.
Coffee tüyleri saldı. Ben saçları.
Coffee bana baktı. Ben ona.
Burası iyi mi dedi. İyi dedim.
Evim daha iyi di mi dedi. Di dedim.
Dönme vakti mi dedi. Mi dedim.
Güneşimizi aldık kolumuzun altına, döndük eve, geçtik köşelerimize.
Ben oturdum yazımın başına, Coffee geçti koltuğumun hemen altına.
Oğlan daldı derin uykuya, ben de başladım yazmaya.
Güneşi gördüm, çarpıldım…