İki gün evde Coffee’yle biz bizeyiz. Sevgili Beyim orman kulübemize gitti. Coffee’yi de yanına almak istiyordu aslında, ama daha birşey söyleyemeden resti yedi.
‘Coffee benimle kalıyor’.
Çarşamba gününü kendime ve Coffee’ye ayırmaya karar verdim. Hazır oğlanı kendimize mal etmişken fırsat bu fırsat dedim. Niye derseniz oğlan babasına pek bir düşmüş durumda. Ben de su koyverip beyaz bayrağı çektim sonunda. Ama içten içe de ‘koptuk gittik yahu oğlumla’ diye içim kan ağlamakta.
Tevekkeli ben Coffee evde benimle kaldı diye sevindim, ama kendisi Bey gidince küçük bir trauma geçirdi, bana da bir güzel ağzımın payını verdi. Sabah 06.00’da bir heves kendisi de gidecek mi acaba diye kapıda bekledi, bizim Bey’in gitgellerini izledi. En son Bey evden çantalarla çıkıp gidince kapıda kalakaldı, farkettim. Ben yataktan hiç çıkmadım, sessizce bekledim ne yapacak diye. Yatmadı bile tahminim. Oturarak Bey’in onu geri gelip almasını bekledi. Halbuki Bey çıkarken Coffee’ye veda etmişti. Oğlan napacak diye beklerken bir beş dakika sızmışım. Birden derinden başlayıp gittikçe yükselen ‘auuuwwWWWWuuuuuww’ diye bir ulumayla uyandım. Amanın! Bizimki ‘babam, babam, beni bırakıp da nereye gittin ey babam?’ diye ağlamaz mı? Hemen seslendim içeri. Sustu, ama yanıma gelmedi. Bir müddet daha girişte takıldı, orda yere yattı. Dayanamadı, yatak odasına geldi, bana uzaktan şöyle bir baktı, Bey’in tarafına kıvrıldı. Sonra kalktı, kendi yatağına geçti. Bense bu zamansız uyanma ve tekrar uyumaya çalışma arasında kabuslarla debelendim.
Bir iki saat sonra yere sürten tırnak sesleriyle uyandım. Tirıs-tırıs-tırıs. Bizimki gelmiş yine yatak odasına, yerde kafasını patilerle sıkıştırarak ‘kalk artık, sev beni’ günaydınlarında. İyi dedim, anlamış, beraberiz bugün.
Kalktım, ilaçlarını verdim. Coffee’nin kalçasındaki eklem yerlerinde aşınma olduğunu keşfettik sene başında. Ara ara ağrısı oluyor, sekiyor. Bugünlerde arka bacaklarında ağrısı başladı yine. İlaç tedavisindeyiz haliyle. Bunu biliyor ve her sabah mutfak kapısında bekliyor ne zaman peynirle ilaçlarını vereceğiz diye.
İlaçlar sonrasıysa sabah yürüyüşü yapıyoruz birlikte. Bu rutinimiz bir zamandır hem bacaklardaki ağrıları hem de benim yetişmem gereken astroloji eğitimi, yoga dersi, blog sekmesi, plan program derken biraz daha hızlandırılmış şekle dönüşmekte. Hatta bayıra arabayla götürüp getirdiğim bile oluyor, rahatsızlığı pratiklik anlamında bir bakıma işime geliyor.
Bugün kaçırmadan gittiğim yoga dersine Coffee’yi tercih ettim, bir sonrakine giderim dedim. Coffee’yle beraber güzel sabah yürüyüşümüzü yaptık. Bayıra çıktık, uzun uzun dolandık, mahallemizdeki kedi kulübelerinin olduğu sokağa girdik, en son korunun etrafında döndük. Coffee iki hav attırdı, korunun köpeklerinden cevabını aldı, ‘tamam’ dedi, ‘bugün buralar yine benim, bunlar bağlı’. Rahat rahat, salına salına, uygun adım yürüye yürüye döndük eve. Kapıda ayaklar silindi, tüyler tarandı, şöyle bir kene kontrolü yapıldı. Sarılıp dağıldık köşelerimize.
Hazırlanıp yoga dersine yollandım. Daha önce denemediğim bir hocanın dersine girdim. Bütün ders boyunca karışık duygular içinde gidip geldim. Önce akıştan ziyade konuşma olacak gibi geldi, bu hoca çok konuşkan diye düşündüm. Sonra akışlara başlayıp birden hızlanınca ‘bir dakika bir dakika, bir yere mi yetişiyoruz?’ diye geçirdim. Biraz başım döndü, arada bacaklarım titredi. Ciddi bir şekilde 2. savaşçıda kalırken ‘yoga bu kadar ciddi birşey değildir, arada bir gülün, gülümseyin’ replikleri dolaştı. ‘Ben ciddiye alıyorum ama, nolacak?’ dedim. Bir huzursuzluk, birşeylerden hoşnutsuzluk hisleri içinde dolaştım matın üstünde. Yine de ve her şeye rağmen Savasana’dayken memnun ve tatmin duygusuyla bitirdiğimi farkettim dersi. Hatta güldüm. Ceset pozisyonunda yatarken güldüm, daha ne olsun? Herkes gider Mersin’e, ben giderim tersine. Bu esnada da başka bir derste başka bir hocanın sorduğu ‘kendinize nasıl annelik ediyorsunuz?’ sorusunu hatırladım. ‘İdareten mi yoksa kendinizi rahat ettirecek, ihtiyaçlarınızı karşılayacak şekilde mi?’ demişti. Nasıl davranıyorsak içinde olduğumuz poza da bunu yansıtıyoruz. Rahat olmamız gereken bir pozda canımız acıyıp ‘şimdi geçecek, az kaldı’ diye geçiştirme yaklaşımındaysak idare ediyoruz demektir.
Ben biraz böyleyim işte kendi temel ihtiyaçlarıma karşı. İdare etme potansiyelindeyim. Evde yemek yoksa, hele Bey de yoksa geçiştiririm. Aç kalmam, ama birçoğu için yediğim ya yetersizdir ya da yemek değildir. Susarım misal, içmemek için dayanırım saatlerce. Ya da sıkışırım, aynı şekilde. Dayan derim, şu da bitsin öyle. Yapacaklarımı kendimin önüne koyarım genellikle. Bu işte de, evde de, Bey’le de, Coffee’yle de, aile eş dost herkesle böyle. Kendine anneliğe gelince, zorunluluk haline gelip bıçak kemiğe dayanmadan harekete geçmeyebilirim uzun süre. Dayatırım o bıçağı kemiğe. Rahatsız, susuz, aç, dayanırım dayanabildiğimce. Sonra da bayılıp giderim uçakta, tuvalette durduk yerde. Neyse, zor yoldan da olsa farkedip öğrenebiliyor insan işte.
Bugün derste anladım ki idare etmemişim. Hislerimle yüzleşmişim. Onun için de iyi hissederek çıktım. Ve hemen akabinde temel ihtiyaçlarımı düşünüp Migros’a girdim, alışveriş yaptım çünkü çok acıkmıştım. Eve gidip bir an evvel kendime yemek yapma güdüsüyle et aldım, yeşillik aldım, sebze aldım, meyva aldım, yumurta aldım, şarap aldım. Ha kuruyemiş ve cips de aldım.
Eve geldim, Coffee büyük bir coşkuyla karşıladı. Her eve dönüşüm yemek saati onun için, ama bu sefer saat erken. Bekleyecek. Ben gittim kendime güzel bir bonfile, yanına garnitür sadece zeytinyağlı karabiberli spagetti, kocaman bir roka salatası yaptım. Nasıl yedim bir ben biliyorum, silip süpürdüm. Arkadan hızımı alamadım, ertesi akşam için kabak yemeğine giriştim. Kime neyi ispat etmeye çalışıyorum bilmiyorum, ama bugün böyle bir tripteydim. Yemek pişerken kendime annelikten Coffee’ye annelik moduna geçtim. Onun yemeğini ve akşam ilaçlarını verdim. Yemek sonrası coşkusuyla oyuncak geyiğini kapıp gelen Coffee’yle çekiştirme oynamaya başladım. O hırlıyor, ben hırlıyorum, o çekiyor, ben çekiyorum. Sıcak temas, oyun, sevgi, yemek. Coffee’yi geri kazanma yolunda fena gitmiyorum demek.
İkimiz de yorgun düştüğümüzde ben yere geçtim, altıma minder aldım, yanıma çağırdım. İkiletmedi, geldi direkt bacaklarımın arasına kıvrıldı. Kafayı da sol bacağıma dayadı, hırhırhırhır keyfe başladı. Bir yandan içim gitmekte, kıpırdamaya korkarken ‘işte bu işte bu’ çığlıkları içimden yükselmekte, bir yandan hafiften belim, bacaklarım ağrıma emareleri göstermekte. Bugün zaten yang enerjiyle çalıştım, biraz titremelerde, gerilmelerdeyim, oğlanı bacakta daha fazla yumuşakça tutamayabilirim.
Uzun uzun okşadım. Bir Coffee’yi bir bacağımı, bir Coffee’yi bir bacağımı. Bilinçaltım bana yine kendini unutma dedi. Coffee’ye kol kanat gererken kendime de fiziksel şefkat gösterdim.
Yavaş yavaş geceyi ettik. Dışarıda şakır şakır yağmur. Ayağımın ötesinde Coffee kıvrık. Başucumda bir sürahi su, yarı dolu bardak. Bağdaş pozisyonunda kucağımda laptop.
İki başlı, iki konulu, Coffee’yle iki başına hikayemiz bugün böyle geçti. Hem beraber hem bireysel. Ben ona sevgi dolu anneyi hatırlattım, o bana teslim olan oğlanı. Yogaysa önce kendime anne olmamı.
Coffee şimdi tatlı uykusundan uyandı, esniyor, yalanıyor, kaşınıyor. Bense gözlerim çizgi halinde esniyorum, kafamı kaşıyorum, bu yazı böyle biter mi ki diyorum.
Bitti.