İki Başlı Yazı: Evde İki Başına

İki gün evde Coffee’yle biz bizeyiz. Sevgili Beyim orman kulübemize gitti. Coffee’yi de yanına almak istiyordu aslında, ama daha birşey söyleyemeden resti yedi.

‘Coffee benimle kalıyor’.

Çarşamba gününü kendime ve Coffee’ye ayırmaya karar verdim. Hazır oğlanı kendimize mal etmişken fırsat bu fırsat dedim. Niye derseniz oğlan babasına pek bir düşmüş durumda. Ben de su koyverip beyaz bayrağı çektim sonunda. Ama içten içe de ‘koptuk gittik yahu oğlumla’ diye içim kan ağlamakta.

Tevekkeli ben Coffee evde benimle kaldı diye sevindim, ama kendisi Bey gidince küçük bir trauma geçirdi, bana da bir güzel ağzımın payını verdi. Sabah 06.00’da bir heves kendisi de gidecek mi acaba diye kapıda bekledi, bizim Bey’in gitgellerini izledi. En son Bey evden çantalarla çıkıp gidince kapıda kalakaldı, farkettim. Ben yataktan hiç çıkmadım, sessizce bekledim ne yapacak diye. Yatmadı bile tahminim. Oturarak Bey’in onu geri gelip almasını bekledi. Halbuki Bey çıkarken Coffee’ye veda etmişti. Oğlan napacak diye beklerken bir beş dakika sızmışım. Birden derinden başlayıp gittikçe yükselen ‘auuuwwWWWWuuuuuww’ diye bir ulumayla uyandım. Amanın! Bizimki ‘babam, babam, beni bırakıp da nereye gittin ey babam?’ diye ağlamaz mı? Hemen seslendim içeri. Sustu, ama yanıma gelmedi. Bir müddet daha girişte takıldı, orda yere yattı. Dayanamadı, yatak odasına geldi, bana uzaktan şöyle bir baktı, Bey’in tarafına kıvrıldı. Sonra kalktı, kendi yatağına geçti. Bense bu zamansız uyanma ve tekrar uyumaya çalışma arasında kabuslarla debelendim.

Bir iki saat sonra yere sürten tırnak sesleriyle uyandım. Tirıs-tırıs-tırıs. Bizimki gelmiş yine yatak odasına, yerde kafasını patilerle sıkıştırarak ‘kalk artık, sev beni’ günaydınlarında. İyi dedim, anlamış, beraberiz bugün.

Kalktım, ilaçlarını verdim. Coffee’nin kalçasındaki eklem yerlerinde aşınma olduğunu keşfettik sene başında. Ara ara ağrısı oluyor, sekiyor. Bugünlerde arka bacaklarında ağrısı başladı yine. İlaç tedavisindeyiz haliyle. Bunu biliyor ve her sabah mutfak kapısında bekliyor ne zaman peynirle ilaçlarını vereceğiz diye.

İlaçlar sonrasıysa sabah yürüyüşü yapıyoruz birlikte. Bu rutinimiz bir zamandır hem bacaklardaki ağrıları hem de benim yetişmem gereken astroloji eğitimi, yoga dersi, blog sekmesi, plan program derken biraz daha hızlandırılmış şekle dönüşmekte. Hatta bayıra arabayla götürüp getirdiğim bile oluyor, rahatsızlığı pratiklik anlamında bir bakıma işime geliyor.

Bugün kaçırmadan gittiğim yoga dersine Coffee’yi tercih ettim, bir sonrakine giderim dedim. Coffee’yle beraber güzel sabah yürüyüşümüzü yaptık. Bayıra çıktık, uzun uzun dolandık, mahallemizdeki kedi kulübelerinin olduğu sokağa girdik, en son korunun etrafında döndük. Coffee iki hav attırdı, korunun köpeklerinden cevabını aldı, ‘tamam’ dedi, ‘bugün buralar yine benim, bunlar bağlı’. Rahat rahat, salına salına, uygun adım yürüye yürüye döndük eve. Kapıda ayaklar silindi, tüyler tarandı, şöyle bir kene kontrolü yapıldı. Sarılıp dağıldık köşelerimize.

Hazırlanıp yoga dersine yollandım. Daha önce denemediğim bir hocanın dersine girdim. Bütün ders boyunca karışık duygular içinde gidip geldim. Önce akıştan ziyade konuşma olacak gibi geldi, bu hoca çok konuşkan diye düşündüm. Sonra akışlara başlayıp birden hızlanınca ‘bir dakika bir dakika, bir yere mi yetişiyoruz?’ diye geçirdim. Biraz başım döndü, arada bacaklarım titredi. Ciddi bir şekilde 2. savaşçıda kalırken ‘yoga bu kadar ciddi birşey değildir, arada bir gülün, gülümseyin’ replikleri dolaştı. ‘Ben ciddiye alıyorum ama, nolacak?’ dedim. Bir huzursuzluk, birşeylerden hoşnutsuzluk hisleri içinde dolaştım matın üstünde. Yine de ve her şeye rağmen Savasana’dayken memnun ve tatmin duygusuyla bitirdiğimi farkettim dersi. Hatta güldüm. Ceset pozisyonunda yatarken güldüm, daha ne olsun? Herkes gider Mersin’e, ben giderim tersine. Bu esnada da başka bir derste başka bir hocanın sorduğu ‘kendinize nasıl annelik ediyorsunuz?’ sorusunu hatırladım. ‘İdareten mi yoksa kendinizi rahat ettirecek, ihtiyaçlarınızı karşılayacak şekilde mi?’ demişti. Nasıl davranıyorsak içinde olduğumuz poza da bunu yansıtıyoruz. Rahat olmamız gereken bir pozda canımız acıyıp ‘şimdi geçecek, az kaldı’ diye geçiştirme yaklaşımındaysak idare ediyoruz demektir.

Ben biraz böyleyim işte kendi temel ihtiyaçlarıma karşı. İdare etme potansiyelindeyim. Evde yemek yoksa, hele Bey de yoksa geçiştiririm. Aç kalmam, ama birçoğu için yediğim ya yetersizdir ya da yemek değildir. Susarım misal, içmemek için dayanırım saatlerce. Ya da sıkışırım, aynı şekilde. Dayan derim, şu da bitsin öyle. Yapacaklarımı kendimin önüne koyarım genellikle. Bu işte de, evde de, Bey’le de, Coffee’yle de, aile eş dost herkesle böyle. Kendine anneliğe gelince, zorunluluk haline gelip bıçak kemiğe dayanmadan harekete geçmeyebilirim uzun süre. Dayatırım o bıçağı kemiğe. Rahatsız, susuz, aç, dayanırım dayanabildiğimce. Sonra da bayılıp giderim uçakta, tuvalette durduk yerde. Neyse, zor yoldan da olsa farkedip öğrenebiliyor insan işte.

Bugün derste anladım ki idare etmemişim. Hislerimle yüzleşmişim. Onun için de iyi hissederek çıktım. Ve hemen akabinde temel ihtiyaçlarımı düşünüp Migros’a girdim, alışveriş yaptım çünkü çok acıkmıştım. Eve gidip bir an evvel kendime yemek yapma güdüsüyle et aldım, yeşillik aldım, sebze aldım, meyva aldım, yumurta aldım, şarap aldım. Ha kuruyemiş ve cips de aldım.

Eve geldim, Coffee büyük bir coşkuyla karşıladı. Her eve dönüşüm yemek saati onun için, ama bu sefer saat erken. Bekleyecek. Ben gittim kendime güzel bir bonfile, yanına garnitür sadece zeytinyağlı karabiberli spagetti, kocaman bir roka salatası yaptım. Nasıl yedim bir ben biliyorum, silip süpürdüm. Arkadan hızımı alamadım, ertesi akşam için kabak yemeğine giriştim. Kime neyi ispat etmeye çalışıyorum bilmiyorum, ama bugün böyle bir tripteydim. Yemek pişerken kendime annelikten Coffee’ye annelik moduna geçtim. Onun yemeğini ve akşam ilaçlarını verdim. Yemek sonrası coşkusuyla oyuncak geyiğini kapıp gelen Coffee’yle çekiştirme oynamaya başladım. O hırlıyor, ben hırlıyorum, o çekiyor, ben çekiyorum. Sıcak temas, oyun, sevgi, yemek. Coffee’yi geri kazanma yolunda fena gitmiyorum demek.

İkimiz de yorgun düştüğümüzde ben yere geçtim, altıma minder aldım, yanıma çağırdım. İkiletmedi, geldi direkt bacaklarımın arasına kıvrıldı. Kafayı da sol bacağıma dayadı, hırhırhırhır keyfe başladı. Bir yandan içim gitmekte, kıpırdamaya korkarken ‘işte bu işte bu’ çığlıkları içimden yükselmekte, bir yandan hafiften belim, bacaklarım ağrıma emareleri göstermekte. Bugün zaten yang enerjiyle çalıştım, biraz titremelerde, gerilmelerdeyim, oğlanı bacakta daha fazla yumuşakça tutamayabilirim.

Uzun uzun okşadım. Bir Coffee’yi bir bacağımı, bir Coffee’yi bir bacağımı. Bilinçaltım bana yine kendini unutma dedi. Coffee’ye kol kanat gererken kendime de fiziksel şefkat gösterdim.

Yavaş yavaş geceyi ettik. Dışarıda şakır şakır yağmur. Ayağımın ötesinde Coffee kıvrık. Başucumda bir sürahi su, yarı dolu bardak. Bağdaş pozisyonunda kucağımda laptop.

İki başlı, iki konulu, Coffee’yle iki başına hikayemiz bugün böyle geçti. Hem beraber hem bireysel. Ben ona sevgi dolu anneyi hatırlattım, o bana teslim olan oğlanı. Yogaysa önce kendime anne olmamı.

Coffee şimdi tatlı uykusundan uyandı, esniyor, yalanıyor, kaşınıyor. Bense gözlerim çizgi halinde esniyorum, kafamı kaşıyorum, bu yazı böyle biter mi ki diyorum.

Bitti.

Bayramla Gelenler

Bayramın 3. gününün gecesi. Ormanda kulübemizdeyiz. Dışarıda şiddetli rüzgar esiyor.

Vuuuuu.

İçeride kısık sesli akustik müzik.

Tımtımtımtım.

Yoğun bir gündemin ertesinde sessizlik, biz bizelik, sadelik çökmüş üstümüze. Nadir konuşuyoruz. Ya kitaptayız ya müzikte. Coffee de benzer bir ruh halinde. Bir uykuda bir nöbette.

Çarşamba öğleden sonra buraya geldik. Kulübeyi şöyle bir elden geçirdik. Temizlik, tamirat, buzdolabı yerleştirme, ortalığı biraz boşaltma, düzenleme. Hem kendimize yönelik hem de bayramda yatıya gelecek misafirlere.

Sevgili Beyim bir güzellik yaparak sıcak su meselesine el attı. Yemek saatine kadar kafasında fener, elinde çeşitli anahtarlar conta sıkıştırıp borular taktı ve..

Tataaaam. Sonunda odun ateşiyle ısıtmalı sıcak suyumuz oldu. Yaşasın! Yıkan yıkan dur, yıkan yıkan dur.

Daha önce yazmış mıydım bilmiyorum. Burda ormanda her şeyimizle kendi yağımızda kavruluyoruz. Misal bulunduğumuz yere çekilmiş elektrik yok. İlk refaha erişimiz çatıya koyduğumuz solar panellerle elektrik elde etmekti. Mumlu aydınlatmadan düşük vatlı elektriğe geçiş. Aman o ne büyük keyifti. Mumlar hala hayatımızın vazgeçilmezi, ayrı, ama iş yaparken görmekle görmemek arası mecburi romantizm o zamanlar kasıyordu tabi. Üstüne başka güzellikleri zaman içinde yapmaya başladık, ama şu sıcak su meselesine bir türlü varamadık.

Suyumuz pınardan. Hem içiyor hem kullanıyoruz. Tabi pınar dediğim dağ suyu. Leziz, berrak ve BUZ. Yazın bile oldukça serinken kışın el yakıcı bir donduruculukta oluyor. Eller beş dakikadan fazla soğuk suya dayanamıyor. Haliyle suyla ilişkili temizlik durumları biraz sancılı hale geliyor. Ya ısıtma suyla iş yap, yıkan ya da dayan babam dayan. Bu kadar zaman sonra musluklarımızdan 5 derece yerine 55 derece suyun aktığını görüp hissetmek, bir nevi bayram. İlk bayramlaşmamız, bayram hediyemiz bu oldu. Sıcak suyla, bayram arifesinde, ağzımız kulaklarımızda.

Ertesi sabah gerçek bayramlaşmalarımız başladı. İlk günün telefon trafiği. Benimkileri aradık, İstanbul’a bağlandık. Annemle ayrı, babamla ayrı konuştuk. Akabinde birkaç köy aşağıda, benzer bir ortamda diğer çocuklarıyla beraber olan kayınvalideme bağlandık. Benzer şekilde bayramlaştık, üç vakte, hatta üç güne kadar görüşürüz dedik. Sonra taze evliler tarafından hatırlandık, Bodrum’a bağlandık. Bizim kuruttuğumuz etler mi güzel onların Fransız peynirleri mi diye birbirimize nispet yaptık. Öpüp koklaşıp kapattık. Bugünkü telefon bayramlaşması bu kadar herhalde derken Hollanda’da yaşayan bir dosttan gelen telefona Coffee’yle yürüyüşte yakalandık. Tesadüf bu ya, tam da arazinin şebekeyi çeken noktasındaydık. Ordan buraya, burdan oraya iyi güzel hayırlı dilekleri yolladık, ilk ziyarette görüşmek üzere randevulaştık. Bayramın en sevdiğim uzakta olup yakında hissetme kısmını işte böyle bir telefon trafiğiyle tamamladık.

Öğleden sonra yatılı misafirlerimiz geldi. Bir çift arkadaşımız ve iki Coffee aşığı çocukları. Daha arabadan inmeden ‘Coffee, Coffee, Coffeeeee’ diye neşeli çığlıklarını duyduk. Zaten karşılamayı biz değil arkadaşları Coffee yaptı ve kendisi ilk bayram hediyesini kaptı. Çocukların bagajı açmalarıyla acaba bana bişey çıkar mı diye bekleyen Coffee arkadan çıkardıkları oyuncak aslanı görür görmez kendisine geldiğini anladı. Aslanı kaptığı gibi ağzında oyuncağı birkaç şeref turu attı. İşte mutlu bayram köpeği, işte ikinci bayramlaşma örneği.

Dostlarımız ve çocuklarıyla iki tam günü beraber geçirdik. Şansımıza hava açtı. Gündüz güneşin, yeşilin, sarının, kızılın, gece ayın, dağların üstünde mehtabın, parlak Jüpiter’in ve Samanyolu’nun tadını doyasıya çıkardık. Gelen misafiri hiç boş göndermedik, herkese görev verip çalıştırdık. Bu sefer erkekler bir tam gün çalıştı ve Coffee’nin ikinci bayram hediyesi ortaya çıktı. Köpek kulübesi.

Bize ilk geldiğinde ona yatak aldığımızı nasıl hemen anladıysa kulübenin çatısının kapanması ve yerine doğru taşınması itibarıyla Coffee yerinde hareketlendi, heyecanlandı, kulübeye gitmek istedi, önüne çıktı, hamle yaptı, pırpırlandı. Kulübenin onun olduğunu anladı. Her şey yerli yerine oturduktan sonra çağırdık oğlanı, bak dedik bu senin. Hele bir de içine şiltelerini yerleştirip oyuncak aslanını koyduktan sonra Coffee ikiletmedi. Koşarak kulübenin içine girdi, bir tur döndü, kafası dışarı gelecek şekilde kıvrılıp yattı. Bu üretim ve manzaradan son derece zevk alan çocuklar da kulübenin önünde poz verip hatıra fotoğrafı çektirdiler. Bayram hediyesi üç. Hem de dubleli. Hem Coffee’ye hem bize.

Misafirlerimiz bugün öğleden sonra döndüler. Geldiklerinde getirdikleri güzel hava ve güneşi beraberlerinde götürdüler. Rüzgar başladı, hafiften fırtınaya doğru döndü. Biz de kulübenin yolunu tuttuk. Hepimiz kendi kulübemizin. Öyle ya, artık onun (da) kulübesi var!

Bu bayramla gelenleri yalnız kalmamız itibarıyla sırayla değerlendirdik. Önce ben, sonra Bey kulübemizin duşunda, tam da ayarında sıcak suyla banyo yaptık. Temizlendik, paklandık. İlk bayram hediyesini ziyadesiyle kullandık. Akşam saati gelince Coffee’ye yemeğini verdik, doyurduk. Yemeği bitirmesiyle kulübesine koşan Coffee’yi görünce yatacak herhalde dedik, yanıldık. Coffee kulübesinden aslanını alıp çıkageldi, akşam oyununu istedi. Çekiştirdik, attık, koştuk, yakalattık. Coffee’yle ikinci bayram hediyesini doyasıya yaşadık. Biz de karnımızı doyurduk, hafif ağırlaştık. Çok sevdiğimiz lüksümüz ışıklarımızı isteyerek kapattık, yanan mumlara karşı ayakları uzattık. Baktık, terasta ayakkabılarımızın üstüne kıvrılmış Coffee de kalktı, kulübesine doğru uzadı. Bayram hediyeleri üçlemesi böylece tamamlandı.

Bayramla gelen sesler, dostlar, sıcak yuvalar bayramımızı bayram, günümüzü seyran etti. İnsan basit mutlulukların ötesinde ne ister ki dedirtti. İki kelime, üç dilek, bir aslan, bir de döşek.

İyi bayramlar…

20121028-094740.jpg

20121028-094815.jpg

20121028-094830.jpg

20121028-094850.jpg

Kışı Kucaklamak

Sabah uyandığımda hava aydınlıkla karanlık arasıydı.

Puslu grilerin hakimiyeti.

Evin her noktasında başka bir sıcaklık.

Kaloriferler henüz yanmıyor, ama eli kulağında.

Salonumuzun üst köşesi tıp tıp damlıyor.

Tıp-es-şıp-es-tıp-es-şıp-es.

Üst katta tadilat var, bizdeyse yağmur.

Leğen, tas, kova, damlaların altında sıra sıra.

Komşu ve ustası kapıda.

Hep birlikte bir balkonda bir salonda, bir balkonda bir salonda.

Silikonu da çekmiş usta ama, tekrar bakacakmış yağmur durulunca.

Fırsat bu fırsat biz de attık Coffee’yle kendimizi dışarıya.

Çıktığımız gibi yakalandık yağmura.

Islak köpek ve sadece kapişonlu kafası kuru insan, çıktık uygun adım bayıra.

Yürürken yolda, rastladık yerde yatan bir sincaba.

Ölmüş.

Genç, küçük, sarı.

Kuyruk tüyleri seyrek.

Üzüldük bu küçücük cana.

Kalbimiz buruk devam ettik yola.

Yeni mahalle komşumuz, eski ajans dostumuzu aldık Coffee’yle evinden,

Şemsiye altında yürüyerek geldik bize köşeden köşeden.

Öğleden sonra kahvesi yapıldı, yanına kuru meyva çıkarıldı.

Uzun, koyu bir sohbet başladı.

Konu konuyu açar, bulutlar ötedeki tepeleri sardıkça sarar.

Tıp-es-şıp-es.

O silikon tutmadı, bildim ben bilmesine de,

Anlat anlatabilirsen ustasına, müşterisine.

Sohbet koyulaştıkça, hava karardı.

Vakit geldi, yaktım yanımdaki lambayı.

Coffee hemen aldı mesajı, yattığı yerden kalktı.

Manalı bakışlar saati geldi çattı.

Işık yaktın ya dedi, akşam oldu, acıktım.

Ayaklandım.

Misafir de ayaklandı, Coffee de.

Komşu dost kapıya, Coffee mama kabına.

Hava nerdeyse geceye bağladı, yaktım girişteki ikinci lambayı.

Komşuyu geçirdim, Coffee’nin mamasıyla ilacını verdim.

Tekbaşına saatine geçtim.

Çay yaptım kendime, yanına grissini ve eski kaşar peyniriyle.

İçerdeki odanın lambasını yaktım, koltuğa geçip ayaklarımı uzattım.

Laptop kucağımda, çayım yanımda.

Çaydan dumanlar tüttü, dışarda köpekler havladı, ezan okundu.

Müzik koydum, düşündüm.

Kış haline geçtiğimi farkettim.

Dışı soğuk, içi sıcak.

İçim ısındı, kışı kucakladı.

Kışı bugün kucakladım.

….

Bu yazı aslında ‘bugün bir kitap okudum’la başlayıp geçmişe bağlanacaktı çünkü bugünkü misafirlik ve koyu sohbet konusu henüz yayımlanmamış şahane bir romandı, ama kura kışa çıktı, geçmişe yolculuk başka bir yazıya kaldı. Roman nedir, kimindir diye merak ediyorsanız eğer, basılıp raflarda yerini alınca burdan sizlere duyuracağım sevgili takipçiler. O zamana kadar ismi cismi bende saklı diyerek burdan yazar dostuma tatlı bir kış parçasıyla sevgi saygı hürmetler..

Önümüze Gelene Bir Tekme?

Dün iyi bir gündü. Yoğun, odaklı, üretken. Yorucu, verimli. Ondan önceki gün daha zorlu, dağınık, kaçamak. Astroloji ödevlerini yaparken tekrar tekrar okumak, yazmak, yeniden okumak, anlamak derken karardım, kabardım. İçten, dıştan. Bugünse yorgun kalktım. Kalkana kadar birkaç kere kalkıp yattım. Dinlenip güzel bir uyku çekme hayalini kurarken uykusuzluktan nasibimi aldım.

Gece uzun geçti. Coffee yine ishal oldu. Geç saatte dışarı çıkmasına rağmen sabah 03.30 civarı yatak odasına gelip dört dönmeye başladı. Sıkıntılı, belli. Kalktım. Önce balkona götürdü beni. Açtım kapıyı, çıktı dışarı. Altını tutamadığında gittiği köşeye doğru kıvrılmaya başlayınca içeri çağırdım. Üstümde pijamam, taktım kayışını, çıktık. Hemen evin kenarındaki toprak alana boşalttı içindekileri. O hasta, ben huysuz. Döndük. Baktım, saat 03.37. Uykumun bölünmesiyle içimden sıcak bir öfke yükseldi. Planım 09.30’a kadar uyumaktı halbuki. Kurdum saati, yattım geri. Dön babam dön, dön babam dön. I-ııh. Yok, uyuyamıyorum. Yorgunluktan ve uykusuzluktan ölüyorum, ama uyuyamıyorum. Kafamda ders notları dönüyor, uykuyla uyanıklık arası toparlayamıyorum. Yine sinirleniyorum.

Sızmışım.

08:30 civarı yüzümde bir sıcaklık. Bizimki yine yatağın dibinde, kuyruk sallıyor. Bir sıcak nefes, bir serin rüzgar. Bekliyor çıkalım diye. Gözümü kapıyorum, uyuyorum hadi yat diyorum. Yok. İçeri gidiyor, geliyor, sürekli bir devinim, bir hareket. Tırnaklarının sesini parkede duyuyorum.

Çıt çıt çıt.

Anlaşıldı. Kaçarı yok. Kalkıyorum yine. Bu sefer evin yanındaki toprak yetmeyecek, bayıra çıkmamız lazım. Ne üstümü değişecek halim var ne yürüyecek. Atıyorum arabaya oğlanı, gözlerim yarı açık yarı kapalı Coffee’nin bayırına gidip dönüyoruz.

Saat olmuş 09.00. Ben hiç uyumamış gibiyim. Vazgeçiyorum her şeyden. 1 saat kesintisiz uyu diyorum. 10.30’ta ancak kalkabiliyorum. Pilim bitmiş. Çay ve hafif bir kahvaltıyla kendime geliyorum. Güneş ısıtıp gevşetiyor. Bugün Ekim’in 17’si, dışarısı 20 küsur derece. Yoga için güzel bir gün.

2 haftadır Yin Yoga dersine giriyorum. Bu kadar çalışma, yetişme, yapma derdi arasında bana kendi kendime kaldığım yin halleri iyi geliyor. Ruhsal ve zihinsel olarak kendime dönüğüm bir zamandır. Bedenense kopmuşum. Üç bacağın biri eksik, haliyle ağır aksak.

Dersin ilk yarım saatinde yine kafamda sürü sepetine düşünceler akıyor akıyor akıyor. Durduramıyorum. Hep hocanın sesiyle kendimi başka bir yerde yakalıyorum, yine kendime dönmeye çalışıyorum. Dersin yarısından sonra bir bakıyorum kafam boşalmış. Dinlemeye başlamışım. Tabi garip bir şekilde bunu farketmemle yine bana doğru depar atan düşünceleri görüyorum. Neyse, geçip gidiyorlar, geçip gidiyorlar. Sanki bir yarış var da, pistin kenarında seyirciyim, düşünceler de yarışçı, iflah olmaz bir süratle hedefe doğru koşuyorlar. Ben burdayım. İyiyim.

Yanımdakinin yüksek sesle esnediğini farkediyorum. Tekrar tekrar. Stüdyoda sesi yankılanıyor. Ya da bana öyle geliyor. Sinirlendiğimi farkediyorum çünkü ısınıyorum içten içe. Öfkenin ısısı bu. Birden yüzümde bir gülümseme. Ama çok saçma! Gülümseme yayıldıkça yayılıyor, nerdeyse kahkaha atacağım.

Hah hah haağğğğ.

Kendime gülüyorum işte yine öfkelenecek birşey buldum diye.

Ahah hah haağğğ.

Durdurun beni, duramıyorum!

Eve dönünce bir gaz yemek işine giriyorum. Kereviz, patates, soğan. Soy soy doğra, soy soy doğra. Birşeyler kesip biçmek iyi geliyor.

Hah hah haaağğ.

Psikopata bağlıyorum galiba.

Hah haaağğğ.

Kafamda düşünceler toplantı yapıyor. Müzik açıyorum. Dinliyorlar Allahtan. Eşlik etmeye başlıyorlar.

I-get-a-kick-out-of-youuuu.

Üst üste aynı parça çalar mı karışık çal deyince yahu? Madeleine’le başlayıp Jamie’yle devam ediyoruz.

Out-of-youuuuu.

Yine dağılıyorum. Toplu kalkamadım ki bu sabah düzgün durayım? Nerde dünün konsantrasyonu, nerde evvelki günün kabarıklığı. A, işte o iyi bir şey. Kabarmam inmiş, sönmüş gitmiş meğer. İster yoga deyin, ister patates soğan doğrama. Dağılma iyi gelmiş, dağıtmış kafamdaki düşünce toplantılarını peşi sıra.

Sonra sonra Ephemeris’e bakınca, Ay iki gündür Akrep’te, ama tam da bugün boşlukta.

E napsın o zaman bu bahtı kara.

O zaman, o zaman..

Hah tamam.

Önümüze gelene bir tekme?

Hah hah haaağğğ.

Sevgili Pazar Gecesi

Uzun bir günün sonu. İçinde çoluk çocuk büyük genç var, koşma parkurlu Merrel Mud Race İstanbul (Çamur Yarışı) var, deniz kenarında, kumda çıplak ayak yürüme var, Coffee’yle oynadığımız ‘taşı at-taşı getir’ var, açıkhavada mangal ve sohbet var. Sonunda da eve kendimizi nasıl attığımızı bilemememiz.

Bey güneşten yanmış, yüzü kırmızı. Ben iyot, kum yemiş, tuzlu ve kuru. Sıcak bir duş iyi geliyor. Biraz devriliyorum.

Coffee de pestil. Mama saati gelmesine rağmen ortalıkta dolanıp vıkvık etmiyor. Yine de gönlüm elvermiyor, fazla uzatmadan kalkıyorum, yemeğini ve mangaldan kalan paketlettiğimiz etleri veriyorum. Birkaç hamlede yutuyor oğlan hepsini. Boş kabını yalıyor uzun uzun. Suyunu içiyor. Sonra tekrar yalıyor kabını öne doğru ittire ittire.

Bey içerde horluyor. Bir, iki, üç, hor. Bir, iki, üç, hor. Hor-hor-hor, hır-hır-hır.

Ben uyanığım. Hem bedenim hem zihnim. Okuyamadığım gazeteleri açıyorum göz atmak için. Grinin 50 Tonu (Fifty Shades of Grey) almış başını gitmiş, her köşe onu yazıyor. E.L. James Orhan Pamuk’u duymamış, ilk olarak Elif Şafak’ı okuyacakmış. Hıh. Burun kıvırıyorum.

Akşam için salata yapıyorum kendimize. Kıvırcık salata, haşlanmış karnıbahar, ton balığı, turp ve tatlı mısırlı. Bir de yeni evlilerin Sardunya’dan getirdiği acılı pane carasau. Yanına su ve soda. Bir aylığına içki içmemeye karar verdim. Ara sıra ondan bundan otlandığım sigarayı da kardeş düğününden sonra şırak diye kestim. Biraz detoks olsun cilt parlasın, eksikliği yarasın.

TV’yi açıyorum. Haberler. Suriye, Altın Portakal, erken seçimler. Bildik, tanıdık, şaşırtmayan hikayeler. Felix şaşırtıyor ama. Bombastik buluyorum. Kendimi stratosferden aşağı saldığımı düşünüyorum. Karanlık bir heyecan. Uuuu.

Bey kalkıyor, şimdi Coffee içerde uyuyor. Yemek sonrası yatağına dik pozisyonda, kafası aşağı sarkarak, derin nefesler alıp veriyor.

Dizi zamanı geliyor sonra. Pazar akşamının en sevdiğim yanı yemek sırası dizi furyası. Newsroom’u severek takip ediyoruz. Bugün bir başkasına daha başlıyoruz. Political Animals. Sigourney Weaver’ı es geçemiyoruz, ilk bölümünden sonra devam etmeye değer buluyoruz.

Coffee kalkıp yanımıza geliyor. Yere yatıp kafasını iki patisinin arasına alıyor, sıkıştırıyor da sıkıştırıyor. Mutlu köpek. Sevilmek istiyor. Bugün için bize teşekkür ediyor, elimizin, avucumuzun, ayağımızın içinde şımarıyor, yalanıyor, geriniyor.

© muratkazdal.wordpress.com

Diziler bitiyor, Coffee yine içeri gidip yatıyor. Çok yorgun bu akşam, dışarı çıkmak istemiyor. Israr etmiyoruz.

Bey kendi köşesinde, ben kendi köşemde laptopları açıyoruz. Okuyoruz, fotoğraflara bakıyoruz, yazıyoruz, yazışıyoruz. Günü ve haftayı Ay Başak’ta balsamik halindeyken bitiriyoruz. Haftaya ve Terazi’deki Yeniay’a hazırlık yapıyoruz.

Pazartesi’nin öncesi, sevgili Pazar gecesinde..

%d blogcu bunu beğendi: