Öcü Canavarı

Bazen tam da eleştirdiğim insan haline geliyorum. Hayır, bu ben değilim dediğim gölgem bir canavar gibi hortlayıp bütün her şeyi yutuveriyor. Sen misin?

Duygusal tepkiler buna sebep oluyor. Tepkisellik. Öfke, hiddet, şiddet, üzüntü, kırılganlık, incinme, hayalkırıklığı, baskı, zulüm, kriz..Üstüne bir de gündem, konjonktür, jeopolitik konum, jeosivik hal vesaire binince konfeti misali tepki yağmuru boşalıyor.

Ne sağduyu kalıyor ne mantık. Sözler dışarı fırladığında geri alınamıyor, tüpten çıkmış diş macunu içeri sokulamıyor. Tepkilerin şahı Mars ortaya atıldı mı insan vahşi bir kurt gibi ona katılıyor. Halbuki NASA’nın Mars’tan yolladığı fotoğraflar alev kırmızısının ötesinde ne renkler ne şekiller içeriyor. Hepsi yalan. Git etrafından dolan. Mars sahne aldı mı etraf cayır cayır yanıyor.

Tabii tepkiselliği sadece Mars’a atfetmek eksik kalıyor. Bilinçdışını ve otomatik verilen tepkileri ifade eden Ay o çalkantıları, duygusallığı, gelgiti ve iç dünyanın dış dünyada ifadesinin zeminini hazırlıyor. Eh, kocaman koskocaman, büyük çok büyük bir dolunay ertesi içindeki sıvılar, bağ dokular, duygular, elektrikli akımlar öyle bir itilip çekiliyor ki, etkilenmemek için nesne statüsünde olmak gerekiyor. Plastik vazo.

İçimizdeki öcülerle canavarlaşıp ortalığı yıkarak mı yüzleşiyoruz? Canavarlaştığımızı ne kadar farkediyoruz? Öcülerimizi tanıyor muyuz? Her birimizin birer öcü canavarı olduğunu biliyor muyuz?

Herkes kendi köşesinden, koltuğundan, camının arkasından yazıyor. Ben de bildiğim yerden devam ediyorum. Öte yandan kendimi kendi mecrama tıkılmış hissediyorum. Başka köşelere, koltuklara, cam arkalarına bakıyorum. İki elimle kulaklarımı tıkayıp lalalalalaaa diye bağırıp entellektüel itiş kakışları duymayanı oynuyorum. Ama görüyorum, okuyorum, organizmama alıyorum. Devinimi hissediyorum. Köpüklenmenin başladığını, fokurdamanın sıcaklığını. Bazen de donma noktasını. İç üşümesinden kilitlenmeyi, kaskatı bir taşa dönüp kalpten kelepçelenmeyi. İçeri alıyorum, dışarı vermiyorum. Kimseyle kavga etmek istemiyorum. Sürekli kendimle kavga ediyorum. Az yazdın. Çok yazdın. Hakettin. Haketmedin. Ne yaptın? Hiçbir şey yapmadın. Özür dilemelisin. Özür dilerim.

Bunları kendi kendime mi söylüyorum, yoksa toplumun, sosyal çevrenin, konu komşunun, arkadaşların, meslek gruplarının, gazetecilerin, politikacıların bireye yansıttıklarını sünger gibi emiyor muyum?

Yakın bir arkadaşımın ifadesiyle hiçbir şey yapmamanın tarifini veriyorum. İyi bir çocuk, iyi bir abla oldum, ailemi üzmedim, iyi okullar bitirdim, diplomalar aldım, meslek edindim, çalıştım, çalıştırdım, eğittim, öğrettim, yetiştirdim, kendimi dürüst vatandaş bildim, hak yemedim, yedirtmedim, onsekize ermemle her seçimde eksiksiz oy verdim, vergilerimi ödedim, ülkemi dışarıda temsil ettim, geri döndüm, üretmeye devam ettim, evlendim, eşlendim, barınaktan sahiplenilen bir köpeğin koruyucu anneliğine terfi ettim, hayvanları insanlar kadar sevdim, onları ve doğayı korumak için uğraş verdim. Bu dünyadaki işimi bitirmedim, işimi bildiğim gibi idame ettim. Belki de bunların hiçbiri için kendimi sıkmayıp sürekli ayak diremeliydim. Ama ben bunları yaptığım ve sadece kendi işime odaklandığım için başıma gelenleri hakettim. Aynı okuduğum okulların başına gelenleri hakettiği gibi çünkü bu ‘hak etme’ atamasını yapan mercii için hükmen yeniktim. Kendi öngördüğü şekilde verilmeyen tepkimi ancak ‘olacağı buydu’ şeklinde üstüme sıvayıp yerime oturabilirdim. Yapacaktım, edecektim, ses verecektim, direnecektim. Bunları yapmamış mıydım? Höt. Sorgu sual yok, merağa karnımız tok. Haketmiştim. Cevap bu. Otur, sıfır.

İşte böyle böyle bir donup bir köpüren, bir canavarlaşıp bir sinen şizofrenik hallerimle bugün içimdeki bir öcü canavarlaşıp kara bir cümle haline geldi, koyu kıvamlı simsiyah bir zift gibi ortalığa zerkedildi. Birden irkildim. Gördüm o çirkini. Pis, iğrenç, tiksinç mahluk şeysi. Kurban rolüne düşmekten sıtkım sıyrılmışken -ve o kurbanlığı kendime atamamış, ama sen kurbansın, sen aptalsın, sen yapmadın, sen uykuda kaldın, al sana, hakettin bu yolda, günahı boynuna diye bana, sana, ona daimi kurbanlık yansıtılmışken- kendime bir kurban seçip zalim kostümünü giyiverdim.

Bugün benim öcülerim, sizin öcüleriniz, onun öcüleri günü değildir. Bugün öcülerin bir olma, büyük canavarı yaratma günüdür. Bugün birleşme günüdür. Ben hepinizin canavarı olacağım. Büyük öcü canavarı sizi izliyor!

Perseus mu geldi de kalkanını tuttu, yoksa yağmur mu yağdı da yerdeki suda akis oldu bilinmez, öcü canavarı kendini farketti ve minnoş bir böceğe dönüştü. Böcecik. Önce ne yapacağını şaşırdı. Sağına soluna bakındı. Eli ayağı titredi. Parmaklarını dudaklarına götürdü. Gözleri kocaman açılıp doldu. 

Bir şey mi yaptım ben? Hiçbir şey yapmadım ben. Yok canım yanlış anladım ben. Hayır, bal gibi zehir akıttım ben. Of, ne yaptım ben?

Canavar öcüyü dişleriyle çiğnedi. Boğazından aşağıya boğum boğum gidişini izledi. Mide asitlerine karışıp erimesini bekledi. Yutkundu. Gevşedi. Boynunu eğdi. Özür diledi. Kalpten söyledi. Canavarın bedeni ışıktan yansıyan gölgesiyle birleşti. İşte şimdi birdi. Beden mi canavardan canavar mı bedenden çıkmıştı, önemli değildi.

Carl Gustav Jung gölgelerimizle ilgili ne demişti?

Gölge bir arketiptir, şekli evrenseldir, tüm insanlar aynı gölge şekillerine sahiptirler; hırsız, kanun kaçağı, vahşi karakter, seksi kadın, tecavüzcü, açgözlü, çirkin yaratık, cadı, kötü anne, mahkum…Gölge bir arketip olduğu için her zaman büyük bir güç içerir, duygular üstünden ilerler, bizi takıntılı bir halde ele geçirir, kontrol eder, kendiliğinden hareket eder.

Jung Psikolojisi’nin devamı olarak Arnold Mindell tarafından geliştirilen Süreç Odaklı Psikoloji – Rüya Bedenin Bilgeliği öğretisinde ise rüyaların sadece gece, uykudayken görülen bilinçdışı süreçleri değil, günlük hayatımızda da devam eden, rutinlerimizde yaşadığımız, taşıdığımız bir süreç olduğu ifade edilir. Bu süreç rüyalar, bedensel semptomlar, ilişkiler ve politik/dünya meseleleri olarak dört kanaldan birbirine bağlıdır. Birinin tetiklenmesi ötekini etkiler, dalga boyları birbiriyle birleşir. Araştırmak gerekense başımıza gelenlerin neden olduğu değil, bizi ne yöne götürmek istediğiyle ilgilidir.

Olmak istemediğim kişiye dönüşmem içinde bulunduğumuz dönemden ve coğrafi merkezden bağımsız düşünülemez elbet. Bu bir bahane değil, gerçek. Farketmemse sürecin parçası. Aynı sürecin bedenimde çeşitli sıkışmalara sebep olmasıyla kendimi geçen hafta yeniden mat üstünde bulmam boşuna değil. Açıl beden açıl.

Nereye bakarsam bakayım, ister bu ara bağımsız film tadındaki rüyalarıma, ister açılmakta beni zorlayan bacak içlerime, ister ilişkilerimdeki anlamlı anlamsız tepkiselliğime, ister içinde bulunduğumuz dönemin içine alıp alıp yutan dinamiklerine, hepsinin beni çektiği yönü bulmak araştırma konum. İki hafta evvelki psikoloji eğitiminin bana en büyük katkısı bu.

Bildiğim yolda ilerlemek isterken sürekli solumdan solumdan çeken güç beni nereye götürmek istiyor? Neden oraya gitmem gerekiyor? Gitmeden görmek mümkün olmuyor mu? Öcü canavarı beni orada bekliyor mu? Giden geri dönüyor mu?