On

Yuvarlak rakamlara karşı zaafım var.

On, yüz, bin.

Bir de tekrar eden, çift rakamlara.

Kırk dört, elli beş, yetmiş yedi.

Geçen hafta tarihi kendime not ettim, sonra unuttum.

Birden kafası kesik tavuğa dönüveriyorsun. Dolu zihin, huzursuz geceler, çıksan mı kalsan mı arası gelgitler. Hala salgın vardı değil mi? Hala salgın var. Dili geçmiş zaman bile değil. Tamamen şimdi. Beterin beteri haller.

“On” okumaya devam et

Der ve Giderim

Kendime tarhunlu omlet yaptım. Üstüne tane karabiber çektim. Yanına taze ekşi maya ekmeği ve baharatlı çay (chai) koydum. Tabağı anında süpürdüm. Çayı ağır ağır içerken içim tatlı tatlı yanıyor, yazıyorum.

Ay Yengeç’te ve MC’de. Yemekten girmemin sebebi buymuş. Aklıma ne zaman yazmaya dair bir tema düşse anın gerçeği onu alıp başka bir yere götürüyor, sonra bir bakıyorum konu yine oraya bağlanmış.

Ay Yengeç’te demiştim. “Der ve Giderim” okumaya devam et

Bellek

Bazı şeyler değişmiyor.

Sınavdan hemen önceki gece ders çalışıyorum. Yumurta kapıya dayanınca. Okul zamanındaki gibi. O zaman tırnaklarımı kemirirdim. Şimdi cilalarını yoluyorum.

Öyleyse bu mizaca dair. Temperament.

Bazı şeyler değişiyor. “Bellek” okumaya devam et

Mars Plüto Dansı

Bazen bir bakış, bir söz, bir beden hareketi, bir ses içimde uyuyan bombanın pimini çekiyor.

Bum!

O nasıl bir öfke ki tacizci havai fişekler gibi peşpeşe patlıyor?

Puat puat puat!

Kalbim deli gibi atmaya başlıyor, beynim vızır cızır karıncalanıyor, bu konuyla ilgili birşey yapmakla yapmamak arasında hücre bazlı iletişim beynimde bir ileri bir geri deli fişek çakıyor.

Bazen bu tetikleyici unsur yaratıma, üretime dönüyor. Yazıyorum patır patır, klavyenin tuşlarını döverek, içimden söverek, tek bir oturuşta, sık tempolu nefeslerle. Öfke, enerji seviyesinde yararlı bir şeye dönüşüyor, harcanıp boşaltılıyor.

Bazense o kızışıp sıkışmış öfke en yakınımda kim varsa onun üstüne koca bir kova lav gibi boşalıveriyor. Bey, annem, Coffee, emektar gündelikçi, bankadan arayan müşteri temsilcisi... Ben o öfkeyi gerekli şekilde dönüştüremediğim için öfke beni bir güzel, cayır cayır harcıyor.

Bazen neden böyle öfkelendiğimi unutuveriyorum. Çünkü okumaktan konuşmaya, iş çözmekten dinlemeye her şeyi ayaküstü, hızlı bir telaş içinde çekip çevirmeye alışmış bünye o malzemeyi içine alıyor, ama orada kalmayıp hayatın akışına devam ediyor. Halbuki içine aldığın seni kaynatan malzeme akıp gidiyor mu? Yok. Sen unutuyorsun, o oraya yeni gelmiş, yerleşme kıvamına geçmiş, eşelene eşelene kıvrılıp çökeceği yeri belliyor.

Bazen öfkelendiğim içeriğin sahibine bileyleniyorum, bazen ona bileylendiğim için kendime. ‘Nedir seni bu kadar çileden çıkaran, nedir’in cevabı her zaman bilinç seviyesinde gezinmiyor. Bilinçdışında kazan kaynıyor, uzanıp içindekileri çekip almak mümkün olmuyor. Oysa tamtamlar dumdum da dumadum şeklinde çalıyor.

Simon titredi.

¨Sana yardım edecek kimse yok. Ben varım ancak. Bense, canavarım.¨

Simon, ağzını zorla kımıldattı; duyulabilecek bir söz söyledi:

¨Bir değneğe takılmış domuz başı.¨

Baş, ¨Canavarın avlanıp öldürülebilecek birşey olduğunu sanmak da nereden aklınıza geldi!¨dedi.

Ormanda ve Simon’ın belli belirsiz görebildiği başka yerlerde, bir kahkahanın gülünç taklidi çınladı bir iki saniye.

¨Sen biliyordun, değil mi? Sizlerin bir parçası olduğumu biliyordun? Sizlere öyle yakın, öyle yakın, öyle yakınım ki! Her şeyin bozuk gitmesinin nedeniyim ben. Bunu biliyorsun, değil mi?¨

Sineklerin Tanrısı, William Golding

5 Hafta 5 Roman kursu üçüncü haftasını tamamlamışken sınıf içi gözlem hallerimde sürekli kendime yakalanıyorum. Sınıfı toplu olarak gözlemliyorum, hocayı gözlemliyorum, katılımcıları teker teker gözlemliyorum, her şeyi gözlemleyen kendimi gözlemliyorum. Yoksa bir nevi röntgenliyor muyum? Kendi röntgenimi kendim sobeliyorum. İçimden kıkırdama hissi geliyor, kontrol edip bastırıyorum. Gözlemdeyse sınır, kontrol tanımıyorum. Hepimizi sanki bir laboratuvar ortamına oturtup cam arkasından izliyor, zihnime notlar alıyorum. Takılacak şeyler buluyorum. Takıntılanıyorum. Kendimi sessizliğimde gizliyorum. Sinsi sinsi gözlüyorum. Bir ses tonu, bir hitabet şekli, bir saç modeli, bir oturup kalkma hali. Of işte, çekildi mi yine benim bombanın pimi? Bu ne tahammülsüzlük, bu ne patlama isteği? Silkelen de kendine gel seni insan müsveddesi!

Bey’le bir şeyler konuşuyoruz. Az biraz itişiyoruz. Heyecanlanınca sesim yükseliyor, Bey bunu bağırma olarak alıyor. Bağırdın bağırmadın derken gerçekten sesim bağırma seviyesine geliyor. Artık öfke oluşmuş, köpürmüş, çıkış noktası arıyor. Bey öfkemi bastırıp ‘yutmak’ istiyor, karşımda sakin, sözde öfkesiz haliyle beni çileden çıkarıyor. Onun öfkesizliğini yemiyorum, benim öfkemi de ona yedirmiyorum. Ben ona izin vermeyince kendi öfkemi kendim bastırıp yutmamı istiyor. Sonunda yokken varedilen öfke baskıyı kaldıramayıp patlıyor.

Öfke bir tepkidir diyorum. Çıkacak yer arar. Ya sözle ya hareketle ya üretimle ya yıkımla. Yokmuş gibi yapamam, sana da yaptırmam. Öfkeli değildim, şimdi öfkeliyim, sakinlik eşiğini geçtim. Madem konuşamıyoruz bırakalım, sonra bakalım.

O Plüto oluyor, ben Mars. O Mars’ını bana yansıtıyor, ben Plüto’mu ona. Öfke ve kontrol, mücadele ve güç, rekabet ve zorlamak, savaşmak ve geri çekilmek temaları kozlarını ortaya koyuyor, hayatta kalma mücadelesi devam ediyor.

Bütün bu öfke, tahammülsüzlük, sinsilik, takıntılılık, güç kullanma, kontrol etme, baskılama, yutma temaları Mars Plüto kavuşumuyla bugün itibarıyla 22 Ekim’e kadar kendini derin derin hissettiriyor, inim inim inletiyor. 17 Ekim Pazartesi sabahı Koç’ta oluşan Uranüs’lü Dolunay ilk ayrılık fitilini ateşlemişken acımasız ve sert rekabetçi Mars Plüto kavuşumu içimi titretiyor. Sınıfta kendi içime gizlenip etrafı izlemem belki böyle anlamlanıyor. Savaş alanında orduları toplayıp yeraltına çekilmekle sahada ölümüne savaşıp durmak arasında bir gelgit oluşuyor. Rüyalarımda lağım sularının taşıp şehri yutmak üzere olduğunu, insanlarınsa ayak bileklerine dek o suların içinde olmalarına rağmen aşağıya değil önlerine baktıklarını, işlerine, koşuşturmalarına, hayatlarına devam ettiklerini görüyorum. Belki zaten lağım sularında olduğumuz için en ufak bir tepkinin ya da tepkisizliğin yutucu ve boğucu sonuçlarından korkuyorum. Evet, korkuyorum. Karanlıktan, yeraltı sularından, canavarlardan, sineklerin tanrısından, dışımızdakilerinden, en çok içimizdekilerden..

Derin korku, gizli güç ve patlamak isteyen öfke, hatta hiddeti olumlamanın yollarını arıyorum. Cesaret ve dayanıklılığı, sınırlarını aşmak için kendini zorlamayı, bunu psikolojik ve duygusal olarak dönüştürücü bir yola koymayı istiyor, korkudan gelen heyecan, heyecandan gelen itkiyle yazıyorum. Şimdiyi yazıyorum, geçmişe basıyorum, geleceğin tohumunu atıyorum. Kafadan atıyorum, rafadan tutuyorum. Sulu sulu, ılık ılık içimde akan lavları yutuyorum. Yutkunuyorum. Bir bardak su içip müziği açıyorum.

Tam o sırada bulutların arasında çıkan bir el seni ensenden yakalar; sallar, sarsar, mideni ağzına getirir. Kedi gibisindir. Ensesinden tutulup havalandırılan mırnav gibi. Adını, kişiliğini, vücudunu yitirirsin, ama umurunda mı? Tırnağın ya da çizmen sararır, sararır, sapsarı olur, ama umurunda mı? Birden, durup dururken ampuller patlamaya, paralanıp sağa sola cam kırıkları saçmaya başlarlar, ama umurunda mı? Sonra çizmen ya da tırnağın paramparça olur. Pantolonundaki yağ lekesi büyür, büyür, BÜYÜR! KOSKOCAMAN BİR LEKE OLUP SENİ YUTAR! Üstüne başına çekidüzen verirsin. Tanrı, Koca Tanrı seninle tanışmak ister de ondan. Sonra dönersin; başdöndürücü bir hızla yanımıza, biraz önce oturduğun yere dönersin. Hıç, hıç, hıçkıra hıçkıra ağlarsın. Sarsıla sarsıla, titreye titreye, iliklerin emile emile, damarlarındaki kan çekile çekile ağlar ağlarsın kardeşim. Şimdi bu duygular çok güzel çok renkli. Korkaklık. Çekingenlik. Gerçekten kaçıp saklanmak. Dünyaya gelmenin nedeni Koca Tanrı’yla karşılaşıp konuşmak, derdini, içini dökmek değil ki! Bu tür saçmalıklar kişinin yüreğindeki iyilik kırıntılarını ham der yutar..

Otomatik Portakal, Anthony Burgess

Neyse ki Venüs Yay’a geçti. İlişkilerimiz, değerlerimiz, sevgi anlayışımızda bir ay iyimserlik, vizyon, macera var, uzak diyarlarda, yabancı kültürlerle biraradalıkta kendini değerli hissetmek.

O zaman dans.

Aç hoparlörün sesini aç aç, danset durma danset, deli gibi ol deli ol, çıkar o Mars’ı çıkar çıkar, danset durma danset. Alt tarafı dünyanın sonu.

%d blogcu bunu beğendi: