Bir Acayip Kalp

Kalbinde neye yer açarsan orada bir yaşam başlıyor. O alan attığın tohumu nefeslendiriyor, oksijen veriyor. Gösterdiğin ilgi onu suluyor, besliyor. Devamlılığın köklendiriyor, sağlamlıyor. Ortaya çıkan yaratılış kaynağın kendisi oluveriyor.

İstediklerine yer açamazsan yer yer rüyaların o ‘açılım’ı yerine getirmeye çalışıyor. Bazen açmazların tıkandığı noktaları sergileyerek, bazen her şeyin mümkün olduğunun umudunu aşılayarak. Fantastik imgeler denizinde bilinçdışının ne garip şeyler yarattığını düşünüyorsun. Evet, içindeki garip. Tuhaf.

Bir seansta danışanımla tuhaf sözcüğünün anlamı üstüne tartıştığımızı hatırlıyorum. O daha çok olumsuz anlamlar atfediyor, bense sözcüğü ne olumlu ne olumsuz algılamayı, sadece olduğu gibi görmeyi vurguluyorum. Tuhafı sevmezsen sana olumsuz, tuhafı seversem bana olumlu. Halbuki tartışmamız aslında sözcüğün anlaşılmazlık ekseninde ilerliyor. Ve peşisıra gelen korkular, endişelerde. Kendi tuhaf çemberimizin anlamı örtüşmüyor, ama birbirini görüp karşılıklı oturuyor, aynı masada kalabiliyor.

TDK tuhaf için acayip, garip, şaşılacak, güldürücü, gülünç, anlaşılmaz diyor. Hemen aklıma Zanzibar‘daki House of Wonders / Beit al Ajaib geliyor. Babası kralın vakti zamanındaki hattatı olan Ürdünlü bir adamla acayip üstüne konuşuyoruz. Ben acayibin Türkçe anlamı tuhaf diyorum, o şiddetle karşı çıkıp Arapça’da acayip harika manasında diyor. Dünyanın Yedi Harikası’nı örnekliyor. Karşılıklı garibin harikaya yolculuğuna birbirimizin gözlerinden bakıyoruz. Sonra da bir garip memleketteki harika unsuruna.

Garip, gurbette yaşayanı ve yabancıyı, bir yandan da kimsesizi ve zavallıyı ifade ediyor. Rüyalarının okyanusunda, bilinçdışının derinliklerinde belki de sen o garibi, kimsesiz, yabancı ve gurbetteki yalnızı oynuyorsun. Ve kendi harikalar, acayiplikler diyarının tek hükümdarını. Krallığını nereye inşa ediyorsun? Tacını nerede giyiyorsun? Tahtına nerede oturuyorsun? Gözünü açıp baktığın, kapayıp seyrettiğin iç ve dış dünyanın sadece kendinin bir yansıması olduğunu nasıl karşılıyorsun? Acayip mi, acayip mi? Ah tabii. D, hiçbiri. Sadece az açıkta kalmış totonun getirdikleri.

Carl Gustav Jung rüyaların üç temel işlevinden bahsediyor. Tamamlayıcı unsur, eğitsel unsur ve öngörü unsuru. Sahne korkusu olan birinin rüyasında kendini kalabalık bir izleyiciye nefis bir şarkı söylerken görmesi tamamlayıcı unsur olabilir. Veya bir türlü çözülemeyen ilişkisel bir problemin üçüncü bir kişiye danışıldığını rüyada görmek eğitici olabilir. Öngörü unsuru bir olay olmadan önce içine atılan tohum, filizlenen doğum gibidir. Başına gelince biliyordum böye olacağını dersin, rüyasını görmüştüm. Gerçekten de bilirsin. Ama zihnin bunu açıklayamaz, akıl sır erdiremezsin çünkü bilgi başka yerdedir. Bilincin dışında. Öngörü kısmı olayın kendisinden ziyade senin onu nasıl yaşadığınla ilgilidir. Kendi kendine irdeleyemeyebilirsin. Bir bilene sorduğunda şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşabilirsin.

Rüyalar alemim zengin, detaylı, sinematografiktir. Analitik iç bakışa geçtiğimden beri daha bir kıvamlandı, anlamlandı sanki. Belki kafa yorduğumdan, belki bu dünyayı açmaya meraklandığımdan. Çalışırken iş özelinde çok rüya görürdüm. Sunumlar, müşteriler, sıkıntılar, konkurlar, başarılar, başarısızlıklar. İşi bırakmışım, ama hala ajanstayım. Bir ihtiyaç bir ihtiyaç bana. Onlar mı bana, ben mi onlara? Nasıl da yalan dünya. Sonra okullar, sınavlar, koca koca karneler, hocalar. Üniversiteyi kazanmışım, ama liseyi bitirememişim. Rüya esnasında kafa sesim nasıl olabilir diye sorar, ben üniversiteyi bitirdim diye bağırmaya çalışıp çıkmayan sesimle boğazım çatlar. Ara ara çoluk çocuk meselesi hortlar. Doğurmuşum, ertesi günü çocuğu evde bırakıp alışverişe çıkmışım. Annem arar, nerdesin diye sorar. İçim parçalanır, vicdanım suçluluktan suçluluğa koşar. Bilim kurgu filmi misali rüyalarım en leziz, en katmerli kategorisine oynar. Sanki kıyamet günüdür, koyu gri bir okyanus kenarıdır. Dalgalar kabarmış, gökyüzü simsiyah, fırtınalıdır. İnsanlar, hayvanlar, her türlü habitat kaçışta, tüm dünya yollardadır. Tepede robotik helikopterler belirir, takada takada pervaneleri dalgaların üstünde dev halkalar açar, aşağı halatlar sarkar, kimi kumsalda tabanvay koşar, kimi ipe tutunup tırmanmaya çabalar. Kurban olan insanlık, kurtarıcı uzaylılar. Fazla ıslanıp boğulmadan gözler aralanır, gün başlar.

Bu ara ise rüyalarımın besini Coffee ve avanesi. O alanda başlayan yaşamın kaybetme korkusuyla bilinçdışımda örselenmesi. Coffee bir kedi peşinde fırlayıp kaçıyor, zehir zemberek onu aramaya iniyorum. Kendimi çocukluğumun muhitinde buluyor, çok gerilere gidiyorum. Deli gibi yağmur yağıyor, diz boyu su sokakları süpürüyor. Coffee’yi sırılsıklam, kulakları yerlere sarkmış, kuyruğu kırık, ayağı yaralı görüyorum. Koşup ona sarılıyorum. Burnunu koltuk altıma sokuyor, sıcak nefesini hissediyorum. Patisinin kanadığını farkediyorum, ama çok da kötü olmadığını anlıyorum. Onu incitme korkusuyla kucaklamalı mı yavaşça yürütüp götürmeli mi kararsız kalıyorum. Sonra birden başka bir yaralı köpeğin evimize geldiğini görüyorum. Geçici yuvasındakiler kalıcı yuvasını arıyorlar. Başında bir huni, kafası ilaçlı pansumanlı. Huni çıkar çıkmaz hareketlenip Coffee’yle oynamaya davranıyor. Gözlemci halim sanki bize kalmaya gelmiş hissiyatına kapılıyor.

Belki de hem gerçek hayatta hem rüyalarımda köpeklerle daha iyi anlaşıyor, onları koşulsuzca sevip bağrıma basıyorum. En büyük iyileştiricim onlarken en büyük yarayı da oradan alabilirmişim gibi korkulara gark oluyorum. Kalbinde neye yer açarsan orada bir yaşam başlıyor demiştim. O yaşam sonlandığında da kalbin acıyor.

Benden haberi saklanan ve aramızdan ayrıldığını yakın zamanda öğrendiğim Boz‘u başından okşuyor, sırtından kucaklıyor, ıslak gözlerini bol bol öpüyorum. Rüyalarımdaki Coffee’lerin ve avanesinin Jung’un hangi unsuruna denk geldiğini kestiremiyorum. Sadece içimdeki tüm garip, tuhaf, acayip ve harikalara dokunduklarını biliyor, onları köpeklerin sözcüksüz diliyle benliğimde taşıyorum.

Garip tuhafı, tuhaf acayibi, acayip harikayı..

Kafkaesk bakışa göre suçlu suçu değil, suç suçluyu buluyorsa, kalp de beni bulsun istiyorum.

Alan açtım, bekliyorum.

Boz

Bir hayat kurtardığında bir köşe dönüyorsun. Yönün, yolun değişiyor. Başka bir ritim, farklı bir görüşle seyralıyorsun. Zaman geçtikçe yola alışıyorsun. Ritim rutine, görüş bakışa dönüyor, yol normalleşiyor. O kadar ki hep böyleydi sanıyorsun, döndüğün köşeyi unutuveriyorsun. Kendini hep o başta çıktığın dümdüz yolda sanıyorsun. Ta ki karşına yeni bir köşe çıkıncaya dek.

Coffee’yle ilişkimizin başlangıcı böyle bir köşe, kilometre taşı. Neden bir sokak, barınak köpeği? Neden hasta, seceresi belirsiz bir can? Dünyada çokça adaletsizlik olduğu için. Bir can tüm dünyaya bedel olduğu için. Hayat yolculuğunda bize eşlik edecek bir dost beklentisinde olduğumuz için. Ve daha bir sürü idealist, ideolojik sebep.

Vallahi değil. Sebep çok basit. Neden olmasın? “Boz” okumaya devam et

%d blogcu bunu beğendi: