Doğa Tarihi

Doğa Tarihi

Bir romanı bitirdiğimde hazmedip yazmak için zaman veriyorum kendime. Bazen bir iki gün yetiyor, bazen daha uzun süre istiyor. Zamanlama kritik. Eğer süre fazla uzarsa yazılamayacaklar arasına girebiliyor eser. Arkadan bahanesini yaratıveriyor. Demek ki yeterince etkilenmedim. Olabiliyor tabii. Bazen de aksine fazla etkisinde kalmaktan bir kaçıp uzaklaşmak isteği geliyor insana.

Geçtiğimiz hafta içinde hızla iki romanı üst üste bitirdim. Yetmez, hemen öncesinde bitmiş ve yazılmayı bekleyen bir tanesi daha var. Kronolojik sıraya göre gidersem Lawrence Durrell İskenderiye Dörtlüsü I Justine, Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya, yaklaşık yarım saat önce de Hakan Bıçakcı Doğa Tarihi.

Evet, Doğa Tarihi çok yeni, az önce bitti ve çok sinirliyim!

Nasıl?

Gerildiniz mi?

Geriliniz efendim. Blog yazarının amacı kendi gerginliğini atmak. Üzerinize alınmayınız ve emniyet kemerlerinizi bağlayınız ya da yok kardeş ben almayayım tadındaysanız yavaştan topuklayıp uzayınız. Müessesemiz çıkabilecek yazınsal ve duygusal arbededen sorumlu olmayacaktır. Esenlikler dileriz.

Doğa, günümüz metropolünde yaşayan, 35 yaşlarında, çalışan genç bir kadın. Akıllı sitede yaşıyor, akıllı plazada çalışıyor, AVM’de sinemaya gidiyor, akıllı telefonuyla işiyle sürekli bağlantı halinde kalıyor. Kendini Facebook’taki fotoğraflarına aldığı beğeniler, iş yerinde rekabet ettiği Alev, onu tek başına müşterilere yollayan patronu Cengiz Bey, daha ince olduğu Burcu, daha fazla göz önünde olduğu ortamlar, daha çok alkış aldığı insanlar üstünden değerli hissediyor. Doğa sanki kendisi ve kendi olmak istediği kişi için değil, başkalarının gözünde olması gereken kişi olabilmek için büyük bir çaba ve emek sarfediyor.

226 sayfalık romanın ilk yüz sayfası günümüzün büyük kentlerinin sunileşmeye yüz tutmuş yapay hayatlarına, mekanlarına, ortamlarına ve bu düzene kapılmış insanlarına dair detaylı, gerçekçi tespitlerde bulunup ana karakter Doğa’nın ve çevresinin bir fotoğrafını çekiyor. İnsanı kendine döndürüp ‘acaba?’ diye sorduruyor. Misal bu kısım bana geçmişteki ajans hayatıma, kurumsal dünyaya, bir yere varmayan, laf olsun diye atılan epostalara, sonu gelmeyen iç ve dış toplantılara, sadece başkalarını geçme ve ezme güdüsüyle çalışanlara, iş hayatının çalışmanın ötesinde bir unvan, statü, imaj ve önemli hem de hayati önemde bir meşguliyet olduğuna dair algılarla ilgili bir sürü sigortayı attırıyor. Tam da bu noktada kafamda şu sorular oluşmaya başlıyor: Nereye varacak, nasıl bağlanacak?

İşte romanın yarısından sonrası benim için bir kabus niteliğine dönen karabasana bağlıyor. Okuma hızım artıyor, göz diyagonal uçuşa geçiyor, içimde öfke dalgaları kabardıkça kabarıyor, başım ısınıyor, beden oturduğu yerde daha fazla duramıyor, ayağa kalkıyor, dolaşıyor, balkon kapısı açılıyor, dışarı çıkılıyor, şöyle bir şehre bakılıp tekrar kitaba dönülüyor, biter bitmez bir kenara atılıp ‘aaaaayh!’ denip yazmaya sarılınıyor.

Belki de bu yüzden yazarın elini sıkmak gerekiyor. Distopya dediğin ‘kara ütopya’ ve bana o ‘üto’lar kara kara basıyor.

Her romanın içinde mitolojik/astrolojik arketipler kendi kendini yaşatıyor. Türk yazarların doğum tarihlerine bu anlamda ulaşamamak bu kendi halinde astrologun elini kolunu bağlıyor. Lakin hikayeden yola çıkarak resmedilen dünya Venüs’ün gölgeleri etrafında toplanıyor.

Venüs güzellik timsali. Afrodit dişiliğin temsilcisi. Olimpos’taki güzellik yarışmasında en güzel seçilen tanrıça. Aynı zamanda fiştekçi. Paris’e aşkı, evli olan Truvalı Helen’i vaad ederek diğer tanrıçalar Hera ve Athene’nin önüne geçiyor, en güzel unvanını elde ediyor ve tanrıçalar arası haseti tetikliyor. Kıyasla(n)ma Venüs’le geliyor. Venüs ayrıca dünyadaki değerleri de ifade ediyor – hem maddi (para) hem manevi (öz değer) değer sistemini. Venüs kendini yönettiği iki burç, Boğa ve Terazi’de iyi hissediyor. Boğa’da olduğunda doğada, duyusal değerlerle, Terazi’de olduğunda ilişkide, adalet çerçevesinde. Ana kahramanın adının Doğa olması, kişisel öne çıkış zaferlerini sadece güzelliğine, estetiğe, iyi giyime, dış görünüşe bağlaması ve kendini sürekli ilişkide olduğu bir diğeriyle kıyaslaması, kıskanması, geçmeye çalışması Venüs’ün gölgelerini anlamak babında manidar.

Hakan Bıçakcı ve Doğa Tarihi’ni bu ara seçmemin birkaç sebebi var.

1 Yekta Kopan’ın blogunda romanın tanıtımını okudum, yazarı da romanı da merak ettim.

2 Doğa Tarihi’nin tanıtım metninde ‘günümüzde geçen bir distopya’yı görünce ‘aha distopya!‘ diye atladım.

3 Hakan Bıçakcı’nın da okumalık damak tadıma uygun bulduğum Afili Filintalar‘dan olduğunu keşfettim.

Kitabı bitirince gayri ihtiyari Afili Filintalar’ı açtım, yazarın son yazısına baktım. Bir de ne göreyim? Geçen İstanbul Film Festivali’nde kaçırdığım Blue Is The Warmest Color filmi üstüne yazmış, ve lakin esas önemlisi filmi Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya’ya benzeten alıntılar yapmış.

Hallelujah!

Oh şükür, rahatladım. Siz ne durumdasınız? Hala gergin misiniz yoksa biraz Venüs, güzellik, estetik derken gevşeyebildiniz mi?

Hızlı tüketim gibi hızlı bir okuma, hızlı bir yazma serüveni oldu. Yaşandı bitti saygısızca.

Madem yazardan ilham aldık, bu süreç devam etsin, kendisinin hastası olduğu şarkı sözlerinden bir parça paylaşımıyla bitirelim. David Byrne Sad Song demiş demesine de parçayı bir çalıp da sözlerden bağımsız dinlediğinizde o melodi size distopik hüzün mü yoksa ütopik mutluluk mu veriyor bir bakın. Karar verince bana da deyiverin.

Doğa Tarihi / Hakan Bıçakcı / 226 sayfa / İletişim Yayınları / Yazar: Bilinmiyor

5 Replies to “Doğa Tarihi”

  1. Dün gece başladım, bugün bitti, o hızla da yazdım, zira sonuna doğru afakanlar bastı! Haliyle hakkını teslim ettim.

    Beğen

  2. hakan bıçakcı’ya önem arzedip bi de üstüne yazı yazman sanırım kendisini bile şaşırtır. ne gerek üstad? okunacak onca şey yazılacak onca hikaye varken..

    Beğen

  3. Yazarı bilemem, ama ben şaşırdım bu yoruma Ayşe. Yazarla nasıl bir tanışıklığın var merak ettim ve buna önem arzettim. Bu üstten bakışı anlamama yardımcı olur musun?

    Beğen

Yorum bırakın