Dönüşle Kalanlar – Éire Come-In

Bedenen memlekete döndük, şükür. Metabolizma ise hala İrlanda saatinde yaşıyor. Gün çok çabuk geçti misal. Sabah kalkma, toparlanma, Coffee’yi çıkarma, alışveriş etme, yemek yeme, blog başına oturma derken her şey ikişer saat ötemde koştu. Gün bitmiş haberim yok.

Zaman beni hep şaşırtıyor. Uzun zaman öncesinden planlanan bir seyahat göz açayıp kapayıncaya kadar geçiyor. Eve dönüyorsun, aynı noktadan devam ediyorsun, ama aslında aynı değilsin. Atmışsın çantana bir dolu görüntü, koku, tat, düşünce, duygu. Onlarla başlıyorsun yeniden kaldığın yerden. Frekans değiştirmiş oluyorsun belki de. Kimbilir.

Seyahate gittiğimde bir masalda yaşıyor gibi hissediyorum bir zamandır kendimi. Hem o masalın ayrılmaz bir parçasıyım, yerlisiyim, hem de geçici ziyaretçisiyim gibi geliyor. Gittiğim coğrafya, insan, mevsime uyumlanıyorum. Her şey tanıdık, bildik geliyor. O tanıdık, bildik histen keyif alıyorum. İçten içe ise düşünüyorum. İyi bak, hazmet, gör, hisset, dönünce aklında, içinde yaşatacaksın bütün buraları.

İrlanda’da gezer, İrlandalı’yla konuşurken, bir yudum Guinness içer, midyelerinin tadına bakarken, yerlisinin Paskalya’sını kutlar, hep bir ağızdan bayram şarkıları söylemelerini dinlerken hep bunları aklımda bulundurdum. Gözümü kapatıp yeniden İrlanda’yı hayal ettiğimde keskin çıtırlıktaki nemli ada iklimini, okyanustan esip içine işleyen sert rüzgarını, gözün alabildiğine uzanan düzlük ovalarını, ovaların ardındaki boz, taşlı tepeleri, daracık yolların iki tarafında otlanan mavi-kırmızı boyalı punk koyunları, bembeyaz gövdeli kapkara yüzlü kuzucukları, güzelim yeleli atları, şıkır şıkır foşur foşur akan dereleri, çocuğuyla, köpeğiyle, eşiyle dostuyla veya sadece tek başına yürüyen, koşan, bisiklete binen, konuşan, soran, meraklı gözlerle bakan, büyük kahkahalar atan ve kendine ‘bildiğin deli işte’ demekten gurur duyan insanını hatırlamayı hayal ettim. Şimdi yaptığım gibi.

İşte evimdeyim. Gerçeğim olan şehrin manzarasına karşı yazıyorum. Yazarken düşünüyorum. Bütün o görüntüleri, kokuları, tatları, sesleri, yaşanmışlıkları.

Facebook’ta kullandığım Trip Advisor Travel Map uygulamasına gittiğimiz yerleri girdim. İrili ufaklı 8 şehirde bulunmuşuz. Bunlar içinde, İstanbul’dan giden biri olarak, Dublin’e büyük şehir diyebilirim. Batı tarafında bulunduğumuz şehirler içinde en büyük ikinci şehir Galway. Diğer şehirler Roundstone, Clifden, Cong, Ashford, Athenry, Monivea daha çok kasaba büyüklüğünde. Yine de hepsi birbirinden farklı.

Dublin başlı başına ayrı bir seyahati hak ediyor. Biz rotamız gereği bir gece kaldık. O gece merkezde dolaştığımız ve ertesi gün gündüz gözüyle yürüdüğümüz sokaklar, Trinity College ile sınırlı gezimiz. Cuma günü ‘Good Friday’ olduğu için hiçbir yerde içki satışı yoktu. Yasakmış. Hani bizde içki şişesini gazeteye sarıp verirler ya. Öğle yemeğine gittiğimiz restoranda mesela, içkilerin durduğu camlı dolabın üstüne kağıtlar yapıştırmışlardı. O derece! Çoğu alkol servisi yapan yer kapalıydı ya da kapılarında alkol satışı yapmayacaklarına dair not vardı. Haliyle Guinness Brewery’ye gitmek de yalan oldu. Dublin deyince bende kalan tortu Trinity College Old Library. Aah ah. Masal mıydı rüya mı bilemiyorum hala. Ayrı bir yazıyı hakediyor. Buraya sıkıştırmayacağım.

Seyahatin kıssadan hissesi olarak bende kalan iki tortu var.

İlki İrlanda insanı.

Boşuna bir önceki yazımı İrlandalı’ya bağlamamışım. Verdiğim fıkra gibi örneklere yenileri eklendi son gece. Kendi kendileriyle dalga geçmeyi bilen mizaçlarıyla ‘Biz İrlandalılar çok şaşırtıcıyız, hatta şok ediciyiz değil mi? Ne zaman ne yumurtlayacağımız belli olmuyor! Hahaha!!’ tadında esprilerle bizi çok ama çok güldürdüler. Sadece havadan ve içkiden kızarıp pembe pembe olmuyormuş bu insanlar. Kahkahalarla çatlayarak gülmekten de pençe pençe oluyormuş yüzler!

İkincisi ise İrlanda’nın suyu.

Hani bir yerin havasından mıdır suyundan mıdır adama yaramış deriz ya. O su bu memlekette var işte. Öyle yumuşak, öyle güzel, öyle tatlı bir su. Ellerimi yıkarken sabun çıkmıyor sanki, saçımı yıkarken saçlar olmadığı kadar nemli, kremli gibi. Musluğu aç, bardağı doldur, iç. Bizim Taşdelen, Hamidiye işlenmiş su kalır. Bildiğin saf, şifa suyu.

Böyle güzel su olan memlekette beslenen hayvanın eti de çok güzel oluyormuş. Bulunduğumuz bölge olan Connemara’nın koyun ve kuzusu ünlüymüş misal. Tadına baktık elbet. Lokum.

Sonra böyle suyla yapılan bira nasıl olsun ki? Guinness dediğin bir nedir? Biradan özellikle haz etmeyen ve hemen baloncuklar içmiş gibi köpüren midemin aksine gerçekten ‘yemek yer’ gibi içtim bu yumuşak içimli, doygun birayı. Memlekete geldi Allahtan. İlk fırsatta, hatta vakit geçirmeden gidip deneyeceğiz. Buradaki aynı tatta mı değil mi anlayacağız.

Güzel suyla bira olur, viski olmaz mı? Bushmills’in Black Bush’u favorimiz oldu. Yumuşak içimli, iyi bir İrlanda viskisi. Haa, bizim Yeni Rakı’nın yerinin ayrı olması gibi Jameson’ın da yeri ayrı tabii. Yerlisinden seveni çok. Ama bizim keşif Black Bush.

Bu seyahat sonrası yeme içme konusunda pek yazmayacağım diye düşünmüştüm kendimce, ama el bunları yazdı. Seyahat notlarının girişinde bu konu yine kendine yer yaptı. Bu sefer tam olarak benim suçum değil. Grupta meraklısı çok. Seyahatin yarısı böyle geçti desem yeridir.

Şimdi biraz Türkiye saatine, hayatın rutinlerine dönme zamanı. Üç vakte kadar gezme görme kısımlarını toparlarım sanırım. Yine de bloguma biraz İrlanda dokusu taşıdım. Ana sayfadaki görseli yeniledim, biraz renklerle oynadım, küçük bir teaser çalışması yaptım. Meraklısına.

Gitmek güzel.

Heyecan verici, yenileyici.

Dönmek de.

Sindirmek, şükretmek.

Hele Coffee’ye kavuşmak,

İşte bu hepsine bedel.

Hoş bulduk.

8 Replies to “Dönüşle Kalanlar – Éire Come-In”

  1. Jameson memlekette bol. Bushmills desen yok. Hani ‘hiç mi yok? valla yok’ hesabı. Sen gel bir buralara, tattırırız. 🙂

    Beğen

  2. Yazıya mudahalem olacak!
    Bushmills Black Bush guzel, herkes gibi ben de sevdim, ama bir oturuşta farketmeden 1-2 sise icebilecegin derecede yumusak icimli. Daha doyurucu, viski diye bagiran favorimiz Yellow Spot; onu da bulmak zor, bilip bulunduran publar bile kotalı aliyormus. Arayan buluyor netekim!
    Guinness ise Gazientep’te baklava yemek gibi, daha once ictiklerini saymayacaksin, memleketinde iceceksin. Hatta ayni caddedeki iki pubda tadlari degisebiliyor, sasirmayacaksin. Gun icinde dolasirken, 2 saatte bir 1 pint icmek lazim, hem enerji, hem keyif veriyor, hem de ozlemiyorsun. Tabi doldurma seramonisi ve siyahlasmasini beklemek sabirsizlik yaratabiliyor.

    Beğen

  3. Yellow Spot da yahşi, doğru, ama bendeniz kendisini lıkır lıkır içemem. Anca dijestif kotasından. Oysa Black Bush’um kaymaklım diyebilirim! 🙂
    Guinness’i böyle uzun uzun yazdın, canımız çekti şimdi. Napıcaz?

    Beğen

  4. “Hem o masalın ayrılmaz bir parçasıyım, yerlisiyim, hem de geçici ziyaretçisiyim gibi geliyor.” Bu hissi biliyorum, çok tuhaf ediyor insanı..

    Beğen

Yorum bırakın